Yağmur

Ayakkabısı su geçiriyordu. “Botlarım bir adım uzağımdaydı, neden giymedim onları?” diyerek söylenirken ışıklarda durdu. Arabaların, sokak lambalarının, alışveriş merkezinin ve kimi başka eğlence mekanlarının göz alıcı ışıkları ıslak asfaltın hareketli aynasında süzülürken, başını kaldırıp sağ tarafında kendisini yorgun gözlerle seyreden sokak köpeğinin titreyen bedenine baktı. Bir adım geriye çekildi, sol ayağı kırık zeminin arasından suya girdi. İç çekerek bir kez daha söylendi: “Botlarım bir adım uzağımdaydı, neden giymedim onları?”

            “Ben bir bardak bira içmeyi düşünüyorum, sen ne alırsın?”

            “Ben alkol kullanmam.”

           “Aslında ben de sevmem tadını… Meyve suyu daha güzeldir, tatlıdır. Kahve de yağmurlu havalarda güzel hissettirir. Bazen güzel hissetmek için kahve içmek yeterlidir.”

            “Ben içecek bir şey almayacağım. Biraz açım.”

            “Sana eşlik edeyim ben de. Ne yiyelim?..”

Sessiz bir yemekti. Uzun zaman önce verilmiş bir sözün zoraki mecburiyetiyle yalnızca saati takip ettiler. Bunun yanında ara sıra dudaklarını aralayıp bir iki söz söyleme zahmetinde bulunmuş olsalar da, bu içten olmayan niyet uzun soluklu bir sohbete kapı aralayamadı. Bazı insanların konuşacak konuları sınırlıdır. Kimilerince böyle zamanlarda konuşmamak, boşa çene çalmaktan yeğdir. Dışarıdan camekana vuran yağmur damlaları, içerdeki yoğun kalabalığın düzensiz kahkahaları ve çatal bıçak takımlarının kulak tırmalayan tıkırtıları böylesine kolay biçimde ayırt edilebiliyorken hiç değilse yağmurdan şikayet etmek ya da geçen gün işte yaşanılan tuhaf bir olaya -hiç yaşanmamış olsa dahi- değinmek daha iyi olabilirdi. Oysa bir buçuk saate yakın süre zarfında yalnızca yenilen kremalı makarnanın ve çatalların su lekeleriyle dolu olmasının şikayeti üzerinden samimiyet kovalamak hayli anlamsızdı. 

            “Seni eve bırakayım, ne tarafta oturuyorsun?”

       “Teşekkür ederim, arabayla gelmiştim zaten. Sen de mi otoparka çekmiştin aracını? Beraber geçelim.”

      Kısa bir sessizliğin ardından “Yok, öbür tarafta benimki, cadde üzerine bırakmıştım. Biraz yürüyeceğim.”

            “Peki öyleyse. İstersen bırakabilirim oraya kadar, ıslanma şimdi.”

      “Hiç gerek yok, teşekkür ederim. Zaten yağmurda yürümeyi oldum olası sevmişimdir. Bana çocukluğumu hatırlatır.”

            “Ne hoş. Bu arada, yemek için teşekkür ederim.”

 

          Samimiyetsiz bir sarılmaydı. Şimdi evlere geçilip monotonluktan sıyrılmış bu memnuniyetsiz günün üzerine düşünülebilirdi. “Keşke zamanımı burada harcamasaydım” denilerek, geçmiş birkaç saatlik dilimin ne denli verimli biçimde değerlendirilebileceği üzerine yakınılabilirdi. Ve daha birçok küçük unsurun ne denli bayağı, ne denli anlamsız olduğu ve böylesine yorucu bir günde, yağmur tüm şiddetiyle bardaktan boşanırcasına yağmaktayken, bu eziyete katlanarak hayatlarından feda ettikleri kıymetli zamanlarının şimdi ne kadar uzun geldiğini ve buna en ufak ölçüde de olsa değecek hiçbir şeyin yaşanmamış olmasının, en azından ayrılırken daha içten bir sarılmayla bu gecenin sona ermesi gerektiğinin, alışılmış şikayetnamesiyle varoluş sancılarından dert yanabilir, kanıksanmış bir nefretle insanlığa ve dünya düzenine öfkelerini sunabilirlerdi. Gecenin atıl vakitleri bunun için vardı.

            Eve döndüğünde sırılsıklamdı. Duşa girip yağmur suyundan arındı. Isınmıştı. Keyfi, birkaç saat öncesine nazaran daha yerindeydi. “Su bana iyi geliyor” diye düşündü, yağan yağmura lanet edercesine eve yürüdüğünü unutarak. “Bizlerin suyla müthiş bir ilişkisi var. Bedenimizin dörtte üçü suysa bunun bir anlamı olmalı. Dünyanın da dörtte üçü su, evet! Ah, ne güzel şey suyla iç içe olmak. Su, biziz. Su, benim!”

            Acıkmış olduğunu fark ederek bir şeyler hazırlamak istedi. Daha sonra -yaklaşık bir buçuk saniye sonra- bunun çok zahmetli bir iş olduğunu ve zaten evde hazırlayacağı yemeğin çok da güzel olmayacağını düşünerek çoğu zaman yaptığı gibi dışarıdan yemek söylemeye karar verdi, büyük boy pizza sipariş etti. Bu esnada kapısı çalındı, içine yerleşen tuhaf bir gerginlikle “Acaba… O mu geldi?” diye düşünmeden edemedi. Önce aynaya bakıp ıslak saçlarını düzeltti, üzerindeki ev kıyafetlerine çabuk hareketlerle çekidüzen vererek kapıya koştu. 

            Gelen, alt katta oturan Semiha Hanım’ın küçük kızı Merve’ydi. 

            “İyi akşamlar amca,” bu amca lafı ağrına gitmişti, saçlarındaki beyaz tellerin göze batmadığından emindi oysa. “eğer elinizde varsa iki su bardağı un alabilir miyim, annem rica etti…”

            Hemen mutfağa gidip un aramaya koyuldu. Aylar önce market indirimiyle iki çuval un aldığını anımsıyordu. Aldığından bu yana yalnız iki sefer, pankek yapmak için kullanmıştı onları. İki başarısız denemenin ardından kaldırıp bir kenara atmıştı. Şimdiyse kapıda kendisini bekleyen pembe pijamalı, kıvırcık saçlı sevimli kız çocuğuna mahcup olmamak adına telaşla dolapların içini kurcalayıp un çuvallarını arıyordu. 

            Bulaşık makinesinin üst tarafındaki dolabın en ücra noktasına fırlatmış olduğu iki çuval unu alabilmek için parmak uçlarının sınırlarını zorlayarak çuvallardan birini tutmaya çalıştı. Ancak hudutsuzca zorladığı ayak parmakları, çuvalı ucundan yakaladığı anda, kendisini yarı yolda bıraktı. Bir çuval un üzerine boşalmıştı.

            Kardan adam ve zombi arasında bir silüetle yerinden doğrulmaya çalışırken kapıda kendisini beklemekte olan Merve’nin artık kapıda değil, tam yanında, mutfağın girişinde kendisine bakmakta olduğunu gördü. Utancını ve yüzünün kızarıklığını saklamak için una bulanmış olmak pek sağlıklı bir tercih olmasa da beyazların ardına gizlediği mahcubiyet dolu bakışlarını bu küçük kızın fark etmemesi olanaksızdı. Hemen yanına gelip kendisine yardım etti. Üzerinden, neredeyse tamamen boşalmış olan, un çuvalını alarak peçete uzattı. 

            “İyi misiniz amca, iyi misiniz?”

          “İyiyim…iyiyim, hiçbir sorun yok.” bir süre etrafına göz gezdirerek durum tahlili yaptı. Bu sefer öbür çuvala uzanarak onu dikkatlice aşağı indirdi, alıp Merve’ye uzattı “Bunu annene götür, ne kadar ihtiyacı varsa kullansın. Sonra işi bitince getirirsin… Hatta, dur! Getirmene gerek yok, zaten aldığımdan beri kullanmadım hiç. Sizde kalsın. Semiha Hanım’a da selamlarımı ilet.” 

         Merve gittikten sonra çabucak mutfağa girip etrafı temizledi. Ardından bir kez daha duşa attı kendini. Ancak tüm bunlarla uğraşırken dakikalar önce söylemiş olduğu pizzayı unutuvermişti. Saçlarının arasındaki hamurumsu yapıyı temizlemekle uğraşırken kulağına ilişen zil sesiyle bir anda irkilerek suyu kapatıp bornozunu giyindi, kapıya koştu. Karşısında paketçiyi görür görmez çabuk adımlarla arka odadan cüzdanını almaya gitti. Islak elleriyle tuttuğu para yapış yapış olmuştu. Ödemeyi yaptı, teşekkür edip kapıyı kapattı. Pizzayı mutfağa bıraktıktan sonra tekrar duşa girdi. 

        Soğumuş pizza dilimlerine ketçap sıkarken aklından sevimsiz düşünceler geçmekteydi. “Tüm bahtsızlıklar beni buluyor. Neden, kahrolasıca hayat, neden! Kimin bedduasını aldım da böyle rezil bir yaşantının içine düştüm? Küçükken de böyleydi, evet, o zamanlar da şansım yaver gitmezdi. Bilmediğim sorularda öğretmen hep beni tahtaya çıkarırdı. Ah, şimdi bile düşününce tüylerim diken diken oluyor! Sevdiğim kız beni sevmezdi. Arkadaşlarım hiçbir zaman en gizli düşüncelerini paylaşmazlardı benimle. Babam, sigara içmesin diye kırıp çöpe attığım sarma sigaralarını parça pinçik olmuş hâlde görünce tokat atardı bana. Üniversitede de hiçbir zaman güzel anılarım olmadı. Belki de hep güzel anılarım biriksin diye uğraşmaktan asla güzel bir şey yaşayamadım. Güzellik neydi, onu da unuttum. Şimdi bu soğuk pizza dilimlerinin arasında mutluluk mu arıyorum? Açlığım bile önce gözüme hitap ediyor. Sahici hissiyatlar benliğimi terk edeli çok oldu. Önce dışarıya oynuyorum ama bunu yaparken içtenliğimi yitiriyorum. Bundan ötürü toz pembe yalanlarıma da tutunamıyorum. Haliyle ne dışarıya yaranabiliyor ne de mutluluğa erişebiliyorum. Öğretmenim beni tahtaya çıkardığında o soruyu bilsem daha farklı biri olur muydum? Ya da sevdiğim kız beni sevse, babam beni dövmek yerine yanağıma küçük bir öpücük kondursa farklı biri mi olurdum? Evet, şüphesiz daha iyi biri olurdum. Bana yardımcı olmadılar, olmaları gerekirdi. Ben değil, beni bu hâle getirenlerin suçu tüm bunlar. Küçücük, minicik bir yardım eli su serpebilirdi yüreğime. Çok mu şey istedim? Bana değer vermeleri gerekirdi. Yalnızlığımdan ben sorumlu değilim!”

            Son birkaç dilimi de midesine indirmeye hazırlanırken telefonuna gelen bildirim sesiyle yerinden fırladı. Gelen mesaj, birkaç saat evvel kendisine büyük bir ilgisizlikle yaklaşan ve yine birkaç saat önce kendisine sarılırken içten içe pişman olduğunu hissettiren kişiye aitti. Ertesi günkü mesaiye dair sıradan bir mesajdı bu, özel bir anlam yüklemeye gerek yoktu. Yalnızca, çalıştıkları sigorta şirketinde yarın düzenlenecek toplantının saatini sormuştu, o kadar. Ancak hormonlar bu kadar masum ve yalnızlıktan kurtulma iştahı azımsanacak gibi değildi. Öyle ki bu diyaloğu sürdürmek adına işle alakalı bazı sorular yöneltti karşı tarafa. Bunlar cevabını bildiği sorulardı ancak yine de kendi çapında iyi bir iş yaptığını, karşı taraftan gelen gülücüklü cevaplardan mutluluk duyarak başarılı bir diyaloğa imza atmakta olduğunun yanıltıcı kanaatine vardı.

            Şirket çalışanları üzerinden başlayan dedikodu bir süre sonra başka birtakım konulara kaydı. Şu an neler yaptıkları, bu saatlerde hangi işlerle meşgul oldukları, hobileri, eğlenceli buldukları sosyal medya içerikleri gibi çeşitli konularda uzlaşabilmek adına karşılıklı fedakarlıklar yaparak pek çok ortak alan yarattılar. Söyledikleri, iddia ettiklerin şeylerin çoğu uydurmacaydı. Ancak şu anda kimsenin doğrularla işi yoktu. Yalnızlıktan şikayet eden iki insanın topluma ait hissedebilmek adına uğraş verdiği acınası dakikalardı bunlar. İçten içe iki taraf da her şeyin farkındaydı. Bunu itiraf etmiyorlardı, edemezlerdi. Çünkü istedikleri şey bu yoldan geçmeyi gerektiyordu. Sosyal medyada keyifli fotoğraflar paylaşan o insanlar arasına girebilmek istiyorlardı. Arkadaşlarına, topluma ait olduklarını gösteren somut delillerle giderek ne denli mutlu hissettiklerini anlatmak ve çoğu insanın konuştuğu konulara ortak olarak belirli bir çevreye mensup olmak niyetindeydiler. Yalnızca, bunun bilincinde değillerdi. Yaşamanın çatışıklığına girmeye korkuyor, yalnızca var oluyorlardı.

        Bugün, birkaç saat evvel, yüz yüzeyken neredeyse hiçbir şey konuşamamış iki insan, gecenin ilerleyen saatlerinde, sanallığın kolaycılığına başvurarak uzun bir sohbete dalmışlardı. Yüz yüze geldiklerinde bu konuları konuşamazlardı. Çünkü birbirinin gözünün içine bakıp, seslerinin kulak kanallarından ince dalgalar hâlinde yayıldığı esnada, iletişim kurmayı becerebilecek ve uydurdukları yalanların geri planını düşünebilecek yetkinlikte insanlar değillerdi. Konuşma, bol gülücüklü iyi geceler mesajlarıyla sonlanırken pizza kutusunda kalan buz gibi ve ketçaplı son pizza dilimini iştahla ısıran kahramanımız bir yandan da hayatın ne denli güzelliklerle dolu olduğunu düşündü. Sevgi, aşk ve mutluluk kelimelerini sık sık yineleyerek kendince benzersiz söylemler üretti. Hayattaki hüznün sonunda güzel sonuçlara vesile olabileceğini ve yalnızlığın, birlikteliğe ermede sevimsiz bir aşama olduğu kanaatine vardı. “Şimdi mutluyum ve bunun üzerine düşünerek anlamsız yorumlarda bulunmama gerek yok.” Çok kısa bir süre zarfında gün içerisinde kendisine söylemiş olduğu fikirlerin anlamsızlığını duyumsadı. Bunların yanlışlığını değil, yalnızca düşünmüş olmanın verdiği zahmetli melankolinin ve insanı huzursuzluğa yönelten içsel çelişkilerin yersizliği üzerine net bir kanı oluşturdu. “Şimdi mutluyum ve bunu bozmak istemiyorum.”

         Bu esnada kapı zili bir kez daha evin krem rengi duvarlarında yankılandı. Gelen Merve’ydi. Un çuvalını getirmişti ve elinde bir şey daha vardı. Annesi Semiha Hanım yeni pişirdiği çikolatalı, fındıklı ıslak kekten biraz da kendisine göndererek teşekkür etmeyi uygun görmüştü. 

            “Annene teşekkürlerimi ilet lütfen.”

 

     Gün aydığında geceki mutluluğun etkisi hâlâ sürmekteydi. Kahramanımız sabah kahvesini yudumlarken, dün gece kaldığı yerden devam edercesine, hayatın ne denli güzelliklerle dolu olduğunu düşündü. Dışarıda hafif hafif çiseleyen yağmuru görünce çocukluğuna, ilkokul yıllarının yağmurlu okul çıkışlarına döndü. Yağmur altında top peşinde koşarken kendini dünyanın sayılı futbolcularından biri gibi hissedip arkadaşlarıyla omuz omuza çarpıştığı günleri anımsadı. Yine bir gün, sınıfça gittikleri bir piknikte, hazırlıksız yakalandıkları yağmurun altında zıplayarak ve gökyüzüne dilini uzatarak yağmur suyunu içmeye çalıştığı o ânı ve bir başka gün, evlerinin balkonunda yağmurun yağışını seyrederken annesinin kucağında uyuyakaldığı zamanı hatırlayarak kahvesinden derin bir yudum aldı. Ardından en sevdiği takım elbisesini ütüledi, saçlarını jöleledikten sonra uzun boyunlu, siyah deri botlarını giydi. Boy aynasında kendine baktı. Botları uyumsuz buldu, özensizce çıkardı. Dünden çamurlanan ayakkabılarını temizleyip cilaladıktan sonra şemsiyesini alıp otobüs durağına yürümeye koyuldu.

            İşe vardığında yüzünde kocaman bir gülümsemeyle kapıdan içeri girdi. Dün, iyi geceler mesajlarıyla biten konuşmanın devamlılığını içten bir günaydınla sağlamak istedi. Büroda herkesin duyabileceği yükseklikte ama yalnızca ona dönük biçimde enerji dolu bir “Günaydın!” ile haykırdı. Ancak kendisinin yüzüne dahi bakmayan hedefteki şahsın soğuk tutumu onu tam anlamıyla hayal kırıklığına uğrattı. 

            “Acaba sorun ne? Neden bir şey söylemiyor? Yüzüme dahi bakmadı, neler oluyor?” gibi çeşitli soru cümlelerinin arasında kıvranıp durdu. Bir kez dosya imzalatmak için yanına geldiği vakit “Bu akşam müsait misin?” diyerek kulağına telaşlı bir soru iliştirdi. Soğuk bir “Üzgünüm.” cevabından başka tek kelime duyamadı. Tam anlamıyla yıkılmıştı. 

           Şimdi bir kez daha hayata karşı duyduğu çocuksu nefreti bağrına bastı. Dün gece kurduğu hayallerin ve üzerine keyfince anlamlar yüklediği her küçük karşılığın acı dolu sonucundan karşı tarafı sorumlu tuttu. “Madem karşılık vermeyecektin, ne diye oynadın benimle!” derken, içten içe öfkesinin kavurucu ateşini harlayıp egosunu okşamayı ihmal etmedi. “Ben… Evet, ben çok manidarım! Bu insanlar benim ilgimi hak etmiyor. Eminim o da pişman olacak. Zaten tüm kadınlar aynı değil mi? Bu lanet olası hayatın içinde sizin gibi ahmaklarla uğraşmaktan yoruldum artık! Biriniz de huzur verin. Net olun bana karşı. Madem benimle ilgilenmiyorsun, öyleyse ne diye iyi geceler yazarken yanına sevimli bir gülücük iliştiriyorsun? Neden onca şirket çalışanı varken bana mesaj atıyorsun? Akşam yemeğine çıkıyorsun benimle, neden, söylesene! Ah, senin gibilerle uğraşmak yoruyor beni. Siz ancak ilgi istersiniz, sizi gidi ahmak yaratıklar! Sana mı kaldım ben, ha! Ben bana yeterim, yalnızlığım benimdir! Ben de bundan keyif alıyorum, sizin gibi ahmaklarla uğraşacığıma kendi başıma keyif sürmesini bilirim ben. Yeter ki yaklaşmayın bana, anlamsız hareketlerinizle meşgul etmeyin beni!”

            İşten çıktığında hava kararmak üzereydi. Otobüse binmek istemedi, eve yürüyerek dönmeye karar verdi. Bu sırada gün içinde sıklığını zaman zaman azaltmış olan yağmur yeniden kendini belli etmeye başlamıştı. Söğütlerin, kavak ağaçlarının huzurlu hışırtısı eşliğinde yükselen taze toprak kokusu, kahramanımızın kötümser duygularına hitap ediyordu. Öfkesi, bulutların arasına sıkışmış bir şimşek dalgası misali kısa aralıklarla belirip sönüyor; anılarında, dimağını tırmalayan sevimsiz yaşanmışlıklar, şimdi daha şiddetli biçimde yüreğini sıkıştırıyordu. Otomobillerin motor sesleri ve zaman zaman tekerleklerinden yükselen su öbekleri gri bir hatıranın köklerini okşarken, attığı her adımda biraz daha eridiğini, geçen her saniyenin daha büyük bir sıkıntı ve acıyla düşüncelerini ağrıttığını şakaklarına vuran sızının baş döndürüncü etkisinden anlıyordu. Yine kapalı bir günde, bir ortaokul gününde, sevdiği kızın kendisinden hoşlanmadığını işittiği zaman yüreğinde oluşan boşluğun tıpkı bugün olduğu gibi kolaylıkla suçlayıcı bir öfkeye büründüğünü ve aslında o zamandan beri yüreğindeki bu boşluğun hiçbir zaman tam olarak kapanmadığını, çünkü yaşadığı her durumda, başına gelen tüm olumsuzluklarda içten içe suçu ailesine ya da başka birtakım dışsal unsurlara yıkarak vicdanını uzun bir çatışıklık durumdan kurtarmanın buruk sevincini yaşadığını; buna karşın tüm farkındalık anlarında, bu kısa ama etkili anlarda, üzerine gitmeye yanaşmadığı aşikar dışsal faillik arayışının aslında onu son derece yıprattığını ve bundan rahatsızlık duymasına karşın zihnine örmüş olduğu kalın duvarların yarattığı alışkanlık durumunun zararlı bağlılığından kurtulmaya yanaşmamasının yalnızca değişime olan korkusuyla ilintili olduğunu ve tüm yaşantısının aslında sadece başkalarının gözünden kendini okumaya çalışmakla geçtiğini anladığı bu kısa kıvılcımın bir yandan gözlerini yaşartıp, bir yandan tüylerini diken diken eden saliselik etkisi, ruhuna yapışmış ataletin kanıksanmış, vazgeçirici esintisiyle yine yüreğini teğet geçmişti. Üzgün, sinirli ve yorgundu. Şimdi yağmur, yüreğine ekilmiş kötülük tohumlarının üzerine yağıyordu. Bunu istemiyordu ama mevcut duruma karşı da çıkmıyordu. Huzursuzluğu, dünya düzenine ve insanlığın karakteristik tutumuna yönelikti. Varlığıyla alakalı bir sorunu yoktu. Hayat, ona karşı düzenlenmiş kirli bir oyundu.

       Eve varmak üzereydi. Sırılsıklam olmuştu. Ancak bunu duyumsamıyordu. Aklından geçen düşünceler eylemsel düzlemini etkisiz bırakacak ölçüde onu meşgul ediyordu. Kapıda Semiha Hanım’la karşılaştı. Merve’yle dışarı çıkıyorlardı. 

            “Bu yağmurda nereye böyle?”

            “Merve’yi teyzesine bırakacağım. Oradan da işe.”

         Semiha Hanım’ın ne işle meşgul olduğunu bir an anımsayamadı. Daha sonra sırtındaki çantanın ceplerinden sarkan koyu lacivert kıyafeti görünce bir anaokulunda hademelik yaptığını hatırladı.

            “Saat geç değil mi, bu vakitte işe çağırıyorlar mı?”

           “Yarın bayram töreni var diye akşamdan temizliğe çağırdılar. Mesai de yazıyor, elime mi yapışır, üç kuruş üç kuruştur.”

            “Dikkat edin, hava çok sert.”

            “Tabi, ederiz… İyi akşamlar.”

       “İyi akşamlar.” Birkaç saniye sonra Semiha Hanım’ın dünkü inceliğine ithafen teşekkür etmesi gerektiğini düşündü. İçinden, kek için olmasa da, sebepsizce bir tümce sarf etme isteği geçti. Bu insanlara karşı tuhaf bir sıcaklık hissediyordu. Kapı eşiğinde hızla arkasına dönerek Semiha Hanım’a seslenmeye yeltendi. Aynı anda sağ ayağı, kapının yanındaki çukurumsu yapının içine birikmiş ufak gölcüğe dalarak sırılsıklam oldu.

        “Semiha Hanım! Bu arada, şey… Kek için teşekkür ederim. Enfes olmuştu, tadına doyamadım gerçekten.”

            Semiha Hanım usulca başını çevirdi,

            “Yine yaparım evladım, afiyet olsun.” diyerek kızıyla beraber çabuk adımlarla yola koyuldu. 

       Eve girdiğinde sudan çıkmış balığa dönmüş vaziyetteydi. Islak bedeniyle evin içine girip boy aynasından kendine baktı. Bir süre kıpırdamadan olduğu yerde durdu. Soğumaya başlayan ayağının ıslaklığından tiksindirici bir rahatsızlık duyarak kendine geldi. Ayakkabılarını çıkarmaya yeltenirken hemen önünde durmakta olan botlarına gözü takıldı. İç çekerek söylendi: “Botlarım bir adım uzağımdaydı, neden giymedim onları?”

Yorumlar

Popüler Yayınlar