KÖSEMEN

   “Kızımı verin gafiller!”

    Didem başı trenin camına dayalı bir vaziyette uyuyakalmış, ara sıra gördüğü aynı rüyadan ayılıp gerçekliğe dönmüştü.

    Tren en sonunda varış yerine geldiğinde Didem kucağında tuttuğu sırt çantasını eline aldı. Daha o trenden inmeye kalmadan annesi arayıp nerede olduğunu, ne zaman eve geleceğini sordu. Genç kız kısa yanıtlarla annesini geçiştirince hızlı adımlarla tren istasyonundan ayrılıp durakta dolmuş beklemeye başladı. Çok geçmeden dolmuşa binip ilçenin bir köşesindeki mahallesinde inince çantasındaki suyu ağzına dikip şişeyi büzerek çöp kutusuna fırlattı. Yüzüne vuran sıcak havayı, yemyeşil ağaçlarla bezeli sokakları ve evinin ilerisindeki tepeleri seyrede seyrede apartmanına vardı. 

    “Hoş geldin kızım!” deyip kızına özlemle sarılan annesi hemencecik sofra kurup Didem’i doyurdu. Kız yol yorgunluğundan ve yapısından ötürü pek bir şey anlatmadan odasına çekildi. Çantasını boşaltıp yerleştirdikten sonra pek sevdiceği olan benzersiz kitaplığını temizleyip düzenledi. Ardından yatağına geçip dizüstü bilgisayarını kucağına alarak bloğu için yazmakta olduğu son yazısını tamamlamaya koyuldu. 

    İkindi vakitlerine doğru dinlenmiş ve yazısını bitirmiş olan Didem mahalleden arkadaşlarına mesaj attı ancak çoğu daha memleketlerine dönmemişti. Dolayısıyla Didem eskiden yaptığı gibi yalnız başına dolaşmaya karar verdi. Evlerinin yukarısındaki tepenin ardında yer yer tarlası ya da hayvanları olan kişilerin evleri bulunmaktaydı. Didem müzik dinleyerek oralarda gezinmeye bayılırdı. Hem benzersiz bir enerjiyle dolduğunu hisseder hem de bulanık zihnini bir nebze olsun arındırırdı bu sayede.

    “Ben biraz dolaşmaya çıkıyorum anne,” dedi Didem. “Merak etme, çok sürmeden dönerim.”

    “Peki, peki,” dedi annesi. Genç kız uzun ince hırkasını giyip, kulaklıklarını takıp dışarıya fırladı. Apartmanların arasında yürürken herkesin onu izlediği duygusunu müzik dinleyerek biraz olsun dindirebiliyor, bazı korkularından bu sayede kaçabiliyordu. Ayrıca kimselerin olmadığı; yalnızca hayvanların, ağaçların ve otların yer aldığı yemyeşil yerlerde yürürken hiç olmadığı kadar rahat, keyifli ve erinçli hissediyordu kendisini.

    Didem kulaklarında en sevdiği şarkılarla, gözlerinde büyüleyici manzaralarla ve burnunda mis kokularla şen şakrak bir biçimde ağaçlık alanda ilerlerken ileride koca bir koyun sürüsü olduğunu fark etti. Tam da onun olduğu yere doğru gelen koyunların başında çok tatlı, sevimli, tonton bir nine vardı. Genç kız hayvanların sevecenliğinin yanı sıra tezek kokularıyla burnunu buruştururken gördüğü yaşlıca kadın nedeniyle yolunu değiştirmekten vazgeçti.

    “Kolay gelsin teyze!” diye seslendi kulaklıklarını çıkarıp. 

    “Sağ ol kızım,” dedi kadın yorgun bir sesle. “Nereye böyle yavrucuğum?”

    “Geziniyorum buralarda teyze,” dedi Didem. “Böyle yerlerde yürümek, koşmak bana huzurdan fazlası bir enerji verir.”

    “Ne güzel!” dedi kadın neşeyle. “Ben de koyunları güdüyordum. Bak, evim şurada. Gel sana bir çay ikram edeyim madem. Zaten gelenim de gidenim de yoktur. Yalnızım. Ne dersin kızım?” 

    “Valla teyzeciğim, seni nasıl kırayım? Olur, gelirim!” diyen Didem gülümseyerek yaşlı kadının ardı sıra yürüyedurdu. Kadın koyunları çiftliğe kapattıktan sonra genç kıza evinin önündeki karşılıklı oturaktan birine geçmesini söyleyip küçük barınağına girdi. Birazdan dumanı tüten çaydanlıkla iki ince belli bardak getirip onları masaya koydu. Hemen ardından kendi de diğer oturağa yerleşip başörtüsünü düzeltti.

    “Tek başına burada olmak, bunca koyunla uğraşmak zor olmuyor mu teyze?” diye sordu Didem. Yaşlı kadın iki bardağa da sarımtırak renkli ve kekremsi kokulu değişik bir çay koyarken “Ne yapayım be kızım? Kimim kimsem yok. Ben de bir başıma idare ediyorum çok şükür,” dedi.

    “Bu ne çayı teyze?” diye sordu genç kız uçrak kokulu içeceği henüz ağzına götürmeden.

    “Pek kimse bilmez bunu kızım,” dedi konuya kapamak istercesine. “Biz otacılar şifalı bulup içeriz bunu. Sen de iç ki şifa bulasın.”

    Didem değişik tattaki çayı zar zor da olsa bitirdiğinde ormanın verdiği dinçliğin ve dinginliğin bedenine aşılandığını, müziğin verdiği hazzın ruhuna boca edildiğini ve anlamlandıramadığı çeşitli enerjilerle dolduğunu duyumsadı. Sanki altıncı bir duyusu daha varmış gibi hissetti.

    “İyi misin kızım?” diye sordu kadın. Genç kız daha yanıt veremeden yaşlı kadın içeri gidip elinde oldukça eski bir kitapla geri döndü. “Yapmadan önce oku kızım.”

    “Anlamıyorum teyze, neyi yapmadan?” dedi Didem. Ancak gözlerini kırpıştırmasıyla kadının, evin ve dahasının yok olması bir oldu. Kız kendine geldiğinde elinde eski bir kitapla koca bir kayanın üstünde oturur vaziyette olduğunu anladı. Her ne kadar yaşlı kadın yok olmuş olsa da onun verdiği kitap hâlâ kızın elinde duruyor ve içirdiği çay da halen etkisini sürdürüyordu. 

    Didem az önce yaşananlara pek anlam veremeyerek, afallamış bir biçimde bulunduğu yerden uzaklaşıp hızlı adımlarla evine döndü. Evin kapısını açan annesi elindeki eski püskü kitabı sorgulayınca onu kısa yanıtlarla susturan Didem işten gelen babasıyla görüşüp biraz sohbet ederek gerisingeri odasına döndü. İçinde duyumsadığı anlamlandırılamaz ve değişik enerjiyi hiçe sayamadı. Dolayısıyla ilkin kadının verdiği kalınca, eski kitabı incelemeye başladı. İçinde çeşitli tarihlerde yazılmış anılar vardı.

    14 Teşrinisani 1431 - Nuriye Hatun

    Kösemen hatun Çin diyarından gelen bir çaydan ikram etti edeli müneccimler gibi birtakım şeyler görür oldum. Etrafımdakiler ahvalimden endişe duymaya başladığında onlara neler göreyazdığımdan bahsettim fakat kimse beni ciddiye almadı. Onlara Arnavut isyanlarından ve Konstantinopolis fethinden söz ettiğimde latife ettiğimi düşündüler. Oysa bir şekilde bunları hisseder olmuştum. O kösemen hatun ne büyü eylediyse bir şeyler değişiverdi içimde.

    6 Mart 1590 - Süleyman Ağa

    Yemenili bir kösemen yüzünden meczup olayazdım. Meğer hatunun çayı efsunluymuş. Nereden bileyim? Şimdilerde kötünün kötüsü şeyler görür oldum. Topkapı’dan çıkarılan 19 tabut, hırslı bir Venedik hatunu ve dahi savaşlar. Bir tek Rab görür, işitir ve bilir sanırdım; ona şirk koşmak şöyle dursun, ibadetimi eksik etmem amma bu efsun her neyse beni günden güne zehirler.

    5 Nisan 1650 - Raziye Hatun

    İsmini Ruhiye diyen bir çoban hatunu bana ne çeşit bir büyü yaptıysa kâbuslar görmeye başladım. Evvela Valide-i Muazzama’mızın kefen giydiğini, sonraysa çınar ağaçlarında asılı bedenleri gördüm. Hayrola inşallah.

    Didem başkaca tarihlerde farklı farklı kişiler tarafından yazılmış öngörülerden toplama olan bu kitabı okurken buz kesti. Neredeyse her dönem için belli belirsiz sezgilerde bulunan birileri ve onların gerçekleşen önsezileri vardı. Bazı sayfalaraysa yazıyı yazan kişilerin daha sonralarda neler yaptığı kargacık burgacık bir el yazıyla iliştirilmişti. Kimi kanaat önderi sayılıp saygı toplarken, kimi cadı olduğu varsayılıp yakılırken, kimisi de saraylara girip önemli kişilere geleceğe ilişkin ya da gerçeğe ilişkin bilgiler vermişti.

    Ertesi gün genç kız gördüğü yaşlı kadını ve söylediklerini unutmaya çalışsa da kitapta yazanları aklından kolayca çıkarması mümkün değildi. Dolayısıyla masasına koyduğu koca kitapla ve dizüstü bilgisayarıyla apartmanın arka bahçesindeki büyük erik ağacının dibine gelen Didem öncelikle bloğuna yetiştirmesi gerekenleri yazıp daha sonra kitabı kurcalamayı sürdürdü. 

    Dinlere olan inanç çığırından çıkmış, herkes herkesi ötekileştirmeye başlamıştı. Nitekim birileri dinlere karşılık olarak ortaya bilimi atmıştı. Dünyanın yaratılışı rastlantısal bir patlamaya, insanların peyda olması evrime ve peygamberlerse bilim adamlarına dönüşmüştü. Kilisenin dogmatikliği yer değiştirmişti. Bilim sorgulanmaz, gerçekliğinden şüphe duyulmaz hakikatlerdi, sözüm ona. 

    Didem kafasına düşen bir çift eriğin ardından çevresine bakındı. Aydınlanmış gibi bir hali vardı. Sahi ya, ne diye olan hiçbir şeyi sorgulamazdı ki? Dünya küreydi, güneş 149,597 milyon kilometre uzaklıktaydı, 1969’da Ay’a ayak basılmıştı, Mars’ta su bulunmuştu vesaire. Oysaki ya öyle değilse diye sormak aklının ucundan geçmemişti. Öyle ya, eğitim sisteminin verdiği bir şeyin doğruluğu nasıl sorgulansındı? Ya din? Şüpheye dahi açık değildi. Öte yandan o yaşlı kadın her kimse bunları kitaba not etmişti. Uyansınlar ya da bir şeylerin farkına varsınlar diye.

    Ne demişti Sokrates? Sorgulanmayan hayat yaşamaya değmez. Nitekim Didem oturduğu yerden hızla kalktı. Bilgisayarını ve kitabını odasına bıraktıktan sonra komşusuyla kahve içmekte olan annesine kısaca “Geç olmadan dönerim,” deyip yeniden dışarıya fırladı.

    Hızlı adımlarla tepeye çıkan Didem tüm kenti görebildiği bu eşsiz açıdan bir süre dünyayı izlemeye koyuldu. Güneşe baktı, dağlara ve ileride akan ırmağa çevirdi bakışlarını. Bildiği her şeyi unutup yalnızca gözlemlerine kulak verdi. Ne görüyordu, ne duyuyordu? Yalnızca hakikati. Dolayısıyla Didem dünden beri içinde kıpırdanan enerjiyle, sezileriyle, gözlemleriyle ve sorgulayan tavrıyla bir şeylerin doğru gitmediğine emin hale geldi. 

    Dinlerden ve uydurulduğu kısmıyla bilimden zihnini tamamen arındırıp niçin var olduğunu, güneşin niçin batıp yeniden doğduğunu ve yıldızların ne tür enerjilerle dünyayı etkilediğini düşünmeye başladı. Zira kendisi küçüklüğünden beri yaşamdaki birtakım şeylere aykırı olduğunu biliyordu. Çok başarılı bir öğrenciydi ama kendisine öğretilen şeyler onu pek de ilgilendirmiyordu. Hazır bilimcilik ona göre değildi. Ayrıca hiçbir zaman evlenip bir eve tıkılmayı hayal etmemişti, dünyaya geliş amacı bir çocuk doğurup onu aynı yazgıyı yaşaması için büyütmek olmamalıydı. İçinde hep bu dürtü vardı ancak şimdi biliyordu ki bu içgüdü ona gerçeğin anahtarı olmuştu.

    Didem günlerini eskiden de pek sevmediği etten uzak, bitkisel yiyecekler yiyerek; beyni çatlayana kadar düşünerek, sürekli yeni kitaplar okuyarak ve erken yatıp erken kalkarak değerlendirir olmuştu. Sonraları inandığı ve bulguladığı şeyleri bloğuna yazarak temasını bütünüyle değiştirip okuyucuları tarafından oldukça farklı karşılanmıştı. Kimi onu zır deli olarak görürken, kimiyse bir şeylerin öncüsü olarak saymaktaydı.

    Yaşlı kadının verdiği kitaptaki gibi oluyordu her şey. Genç kız birtakım öngörülerde bulunuyor, bunları bloğuna yazıyor ve gerçekleştiğinde gündem oluyordu. Öte yandan dünyayla ilgili görüşleri hâlâ alayla karşılanıyor, az bir kitle tarafından olur gözüyle bakılıyordu. Bu sırada Didem’in ailesi de arkadaşları da onun yaşadığı değişimden tırsarak bu konulara pek girmiyorlardı. Diğer taraftan genç kız düşündükçe, öngördükçe ve yazdıkça içindeki enerji her neyse güçleniyordu ve onulmaz boyutlara evriliyordu.

    Artık birçok insanın gözü haberlerden ziyade Didem’in bloğundaki kehanetlerdeydi. Son deprem öngörüsüyle birlikte ölenlerin adına kadar olacakları yazan genç kız bu gelişmelerin ardından öyle bir hale gelmişti ki artık yüzüne baktığı insanların geleceğini görür olmuştu. Bunu ilkin gündüz vakti annesinin yüzüne baktığında fark etmiş ve kısa süreli bir şok geçirmişti. Her ne kadar kadıncağızın 11 yıl daha yaşayacağını görmüş olsa da böyle bir gerçekle burun buruna gelmek hiç beklenmedik bir şeydi.

    Genç kız, annesinin ardından babasının 4 yıla vefat edeceğini, üst komşunun 7 yıl sonra bulaşıcı bir hastalıktan öleceğini ve gittiği marketteki çalışanın 21 yıl sonra intihar edeceğini gördüğünde hepten çıldırma düzeyine geldiğini anladı. Nitekim bununla birlikte bloğuna yazı yazmaya son veren ve kimsenin yüzüne bakmamaya dikkat eden Didem sonunda dayanamayarak yeniden tepeye çıktı ve her yerde o yaşlı kadını aradı. Umudunu kesip sonunda gerisingeri eve dönecekken onun sesini işitmesiyle irkildi.

    “Kızım?”

    “Bana ne yaptın?” dedi hafif öfke ve hayretle. “O kitaptakiler gibi halim.”

    “Biliyorum,” deyip gülümsedi ve kıza acıyan gözlerle bakındı. “Onlara benzemen çok doğal. Zira onlar sensin, daha doğrusu sendin.”

    “Bu da ne demek?” deyip kadının ardındaki koyunların kokusundan ötürü burnunu kırıştırdı.

    “Ruhlar ölümsüzdür kızım,” dedi kadın bilgece. “Oldukları bedeni terk ettiklerinde dünyaya gelen farklı bedenlerde vücut bulurlar.”

    “Siz nereden biliyorsunuz böyle olduğunu?” diye sordu kız.

    “Hepsini ben uyandırdım uykusundan,” dedi yaşlı kadın gülümseyerek. 

    “Ama nasıl olur? Hepimize kösemen kadın olarak görünmüşsünüz. Yüzyıllardır aynı bedende yaşıyor olmalısınız. Bu nasıl mümkün olabilir?” diye sordu Didem.

    “Benim ne olduğumum ne önemi var kızım? Asıl mühim olan senin ne yaptığın,” dedi gizemli bir edayla.

    “Ben... bizden saklanmış gerçekleri düşündüm. İnsanların bunca yıldır çeşitli düşüncelerle ya da inançlarla kontrol edilip nasıl kolayca yönetildiğini fark ettim. Daha sonra önsezilerde bulundum. Bunlar gerçekleştikçe adım duyulmaya ve kimilerince bir şeylerin öncüsü olmaya başladım. Ardından insanlara baktığımda geleceklerini görür oldum. Bununla birlikte içimdeki güç her neyse korkunç bir hal almaya başladı.”

    “Bir kösemen olmadıkça koyun sürüsü de sürü olmaktan çıkar,” dedi yaşlı kadın.

    “Bu ne demek şimdi?”

    “Gerçekleri ortaya koyacak bir kösemen gönderildi dünyaya,” dedi yaşlı kadın ardındaki sürüye bakarak. “Bense ona yol gösteren yaşlı bir bilgeyim.”

    “O kösemen... ben miyim sahiden?” diye sordu genç kız.

    “Nuriye Hatun karnından bıçaklanarak öldürüldü. Aç bakayım karnını kızım,” deyince Didem hafifçe tişörtünü sıyırdı. Karnında koyu renkli bir doğum lekesi vardı.

    “Bu bir doğum lekesi teyze,” dedi genç kız içindeki ürpertiyi saklamak istercesine.

    “Süleyman Ağa asılarak idam edildi. Boynunu aç kızım,” dedi. Didem uysalca boynunu açtı ve ikinci bir doğum lekesini göz önüne çıkardı. Didem bir şey diyemeyince yaşlı kadın devam etti. “Söyle bakayım sürekli rüyanda ne görüyorsun?”

    “Bir kız doğuruyorum. Sonra yeniçeriler gelip onu götürüyor. Ben de artlarından bağırıyorum, haykırıyorum,” dedi Didem.

    “Raziye Hatun ise kendi gibi bir cadı doğurduğu sanılıp kızından hemen sonra öldürülmüştü. Zavallı kadın onca zaman güçbela saklanmıştı oysaki,” dedi sükûnetle. 

    “Ben... inanamıyorum doğrusu,” dedi kız afallayarak. “Anlamıyorum. Ne yapmalıyım, görevim ne?”

    “2 yıl sonra gerçekleşecek son için bu kitabı tamamlamamız gerekmekte kızım.”

    “Son mu? Ne sonu? Kıyamet mi?” deyip telaşlanıverdi.

    “Öyle,” dedi sakince. “Her son bir başlangıçtır kızım. 2 yıl sonra gerçekleşecek kıyamet ile birlikte insanlık kıyam etmeyi, ayağa kalkmayı, uyanmayı ve aydınlanmayı öğrenecek. Para uğruna harcanan ömürler, din uğruna verilen çekişmeler, güç hırsına adanan savaşlar son bulacak. İnsanlar niçin bu sistemde olduklarına ve nasıl bu sistemden çıkmayı başaracaklarına yönelecekler en nihayetinde.”

    “Anlamıyorum teyze,” dedi Didem yüzünü buruşturarak.

    “Hiç aynaya baktın mı kızım?” diye sordu gözlerini pörtleterek.

    “Elbette baktım teyze.”

    “Hayır!” diye çıkıştı. “İnsanların geleceklerini görür olduğunda aynaya baktın mı?”

    Didem bu süreçte hiç doğru düzgün yüzüne bakmadığını fark ederek içine korku tohumları ekilmesine yol açtı. Nitekim aynaya baktığı takdirde herkeste gördüğü gibi kendinde de geleceğini görüp göremeyeceğini merak etti. Öte yandan bunu hiç öğrenmemeyi dilercesine bir içgüdü peyda oldu içinde.

    “Bakmadım, neden?”

    “Kızım, görevin bu kitabı tamamlayıp dünyaya sunmak. Ardından bu dünyadaki işimiz bitecek.”

    “Öleceğim yani, ha?” derken elinde olmayan bir kederle bezendi yüreği.

    “Ölüm bir yok oluş değildir kızım. Dünyadaki her şey bir şeylere dönüşür. Ölüm keşfedilmemiş topraklara bir yolculuktur kimsenin geri dönemediği.”

    Didem kendi kendine düşünürken göz açıp kapamasıyla yaşlı kadının yok olduğunu fark ederek irkildi. Sonrasında eve dönerken yüzyıllardır süregelen bir görevin sonuna geldiği inancıyla kederlendi. Ancak eve döndüğünde kadının söylediği üzere kalın kitabın boş kalan satırlarına 2 yıl sonra olabilecekleri sezinleyip yazmaya başladı. Ne ölümler, ne hastalıklar, ne sistemler, ne bozulmalar olacaktı. Sonundaysa dünya sistemi son bulacak, dinlerin kıyamet dediği ayağa kalkış gerçekleşecek ve ölüm denilen o gizemli yolculuğa çıkılacaktı.

    Genç kız kitabın tamamlanmasının ardından yayınevleriyle görüşmeye başladı. Zaten oldukça popüler olduğundan eseri hemen kabul edildi ve birkaç ay içinde basıldı. Bu süreçte Didem eski haline dönmüşçesine ailesiyle ve arkadaşlarıyla görüşüp okulmuş, işmiş, paraymış boş vererek yaşadı. Kitabının basılıp Türkiye’nin dört bir yanına satışa sunulmasıyla birlikte kendi evine de adetlercesi kargolanıp gönderilmişti. Didem kalınca kitaplara göz attıktan sonra aylardır özenle bakmaktan kaçındığı aynaya baktı ve hakikatle yüzleşmeye karar verdi.

    Genç kız aynaya baktığında bugün intihar ederek öleceğini gördü ve aylardır kendini hazırladığı ölümle böylesine burun buruna olması içini ürpertti.

    Annesi komşuda, babası işte olduğundan Didem kolayca bir plan yaptı. Bulduğu tüm ilaçları içip üzerlerine su içtikten sonra aynanın karşısına oturup ölümün gelmesini bekledi âdeta. Bu sırada da acaba aynada kendime bakıp geleceğimi öngörmesem şu an yaptığım şeyi yine de yapacak mıydım, diye sordu kendi kendine. Ancak o daha yanıt aramaya başlamamışken ölüm onu bulmuş ve bu dünyadan başka bir kösemen daha eksilivermişti. 


- Ozan Mergen -





Yorumlar

Popüler Yayınlar