İKİ ODA BİR SALON

 Dünyanın unutulmuş bir arazisindeydim. Yol kenarındaki bütün tabelalar yanmıştı. Burayı geçtikten sonra nereye kaç kilometre kaldığını sadece çöp kutularının yanına ayakkabı ve bavul bırakanlar biliyordu. O bavulların hepsini aldım. Arazinin ortasındaki üzeri bıçakla delik deşik edilmiş yeşil nevresimli yatağa kadar taşıdım. Önümde kirli bir göl vardı. Bavulları açtım, içlerinden çıkanları giydim. İki yanıma yeşilin iki ayrı tonundan iki turna gelip kondu. Ağladılar. Onlar ağladıkça ayakkabılarımdaki çamurlar aktı. Birkaç düzine uçaktan ve kamyondan, arazinin ortasına yüzlerce ceset bırakıldı. Bırakılan birçok genç kadın bedeninde birçok kirli el izi; bazılarının kollarında şırıngalar, kundaklı bir bebek cesedinin üzerinde de muz kabukları, ambalaj kâğıtları vardı. Bırakılanların hepsi güzel yüzlüydü, bazılarının yüzü yoktu. Birkaç uçak sadece et parçalarıyla dolu torbalar bırakmıştı araziye.  Kamyonların birinden inen bir adam, kocaman bir çadır kurdu. Çadırın içine binlerce evrak dosyası ve kaset doldurdu. Sonra gittiler. Ben hepsinin yüzünü görmüştüm. Yüzlerini boyadılar arabaların içinde giderken. Herkesin tanıdığı insanlar oldular.

Tek el ateş etti birisi. Koyu yeşil turna tek gözünden vuruldu. Diğer turna gölün içine doğru süzüldü. Etrafta yaşayan bir ben kaldım. Koyu yeşil turnanın gözünden akan kan ayakkabılarıma bulaştı.  Benim şahitliğimi bir tek boşluk açıklayabilirdi. Giderek yükselen bir nefes sesi duydum. Nefes sesi giderek ben oldu. Kulaklarım patlayacakken tavandaki avizesiz lambayı gördüm.

Ben avizesiz lambaya bakarken dedemin nefes sesi bütün evi kendisiyle birlikte dolaştı. Dedem sabaha kadar evin içinde dolanırdı. Sanki o meydanda kaybettiğimiz her şeyi sabaha kadar ufacık evde arayıp da bulacaktı. Işıkları açıp kapattı, mırıldandı, musluğu tam kapatamadı. O musluktan düşen her bir damla benim kafamda kıyamet kopardı. Annemin yüzü olup aktı, anneannemin… Dedemin açık unuttuğu lambadan çıkan cızırtılı ses kendi sesim oldu. O güzel ceketin içinde, önümdeki ekrandan o ana kadar kimliği açıklananların ölüm haberlerini okuyup bu sırada kendi canımdan olanların adını da kendimden evvel herkese duyurduğum sesimi duydum, yankıyla.

O haberde sıfırlandım, saçlarımı döktüm olduğum yere. Evimin kapısını uzun bir zaman için son defa kapadım. Haberde adı geçen herkesin mezarını evin duvarlarında gördüm. Başlarına iki renkli çaputlar bağladım. Dedem önümde dikiliyordu. Onun hep baktığı gibi ben de ona bomboş baktım. Kapı önünde dedem, ben, duvardaki mezarların başındaki gölgelerimiz, tozlu döşemelerimiz, kül içindeki kilimlerimiz, kırık basamaklarımız, dünkü bihaber halimiz, bugünkü çaresizliğimiz mıhlanmıştık.

Yürümek fiili tehlike çağrıştırır mı? En tehlikeli şeyi yapıyorlarmış yıllardır her gün gördüğüm yüzlerin sahipleri. Aynaya baktığımda gördüğüm yüzün benzerine sahip olan, kendilerinden izler taşıdığım o kadınlar tesadüfen öldüler. Beni aylarca eli kolu gibi vücudundan bir parça olarak taşıyan kadınla dedemin hastalığıyla başa çıkan kadını bir tek saniyede küle dönüştürdüler.  Bize saniyeler yön verecek galiba, savuracak bizi. Öyle savruldum ki belki bir saman kâğıda dönüştüm havada. Annemin gülüşü de savrulup parçalandı o gün, sesi de, bilinci de. O gürültüde silindim ben. Bir tek kollarım kaldı geriye benden, her sabah dedeme ince belli bardakta çay veren. Senelerdir kendiliğinden akıp giden günlerimin seyri, uykularımın rengi değişti.  Hayatım boyunca taşımak zorunda olduğum bir mikrop kaptım. Ölene kadar kendim olmaktan, o güme gidişleri hatırlamaktan beni kurtaracak, günde birkaç defa alınacak bir ilaç yoktu.  Dedem hatırlamazdı. O kendisini yıllar önceki bir günde kilitleyip unutmuştu. Başka anısı yoktu. Bu evin ilk halleri, sağlam musluklar, anneannemin gençliği net değildi dedemin bilincinde. O günlerden yanına alabildiği tek şey, hep tüttürdüğü sigaranın dumanıydı. Perdeler bile kanser olmuştu dumandan. Benim unutmaya meylim, unutabilecek kadar matah bir iradem ya da zayıf hafızam yoktu.

Yatakta doğruldum, sol elimle uzanıp perdeyi araladım. Daha aydınlık olmadığından hiçbir şeyi seçemedim. Sokaklardaki lambalar da bozulacak yakında. Bütün turnalar gözlerinden vurulduğu zaman bütün lambalar da bozulmuş sayılacak. Rüyamdaki arazide bir gün güneşi de saklayacaklar. Gerekirse dünyayı bağlayacaklar, olur da araziye bir damla güneş denk gelir diye.

Sanki dün geceden beri bir yokuş çıkıyorum ve yüzüme doğru bir rüzgâr esiyor. Yüzümü kurutuyor, yüzümü yok ediyor yavaş yavaş, kimliğimi yakıyor.

Artık unutacak bir şey kalmadı dede, yüzüme bak. Bir tek bu yüz kaldı şimdi senin tanıdıkların arasında küle dönüşmeyen. Yüzümü veriyorum sana, bundan sonra birlikte dolaşacağız bu evin iki odasında.  Ucu yanık fotoğraflara aslında her şeyin habercisi onlarmış gibi davranacağız. Artık unutamazsın. Çünkü ben fark ettim ki insan çabaladıkça unutmak için, düz yolda bile kayboluyor. Düz yol bulursa kayboluyor, düz yol kalmışsa eğer. Binalar dikiyorlar buldukları her düzlüğe. Ben yangınları, çığlıkları unutayım diye yok ediyorlar her yeşillik zerresini. Beyaz binalarla dolu bütün arazilerin altında, isimleri yüzleriyle birlikte unutulmuş bembeyaz ruhlu cesetler var. Üzerini örtüyorlar pisliklerin, malzemeden çalıp da yaptıklarıyla.

O araziyi gördüğüm geceden kimsenin haberi yok ama bütün cihan bile öğrenseydi o gece gördüklerimi, turnanın uçuşu kadar kısa bir zaman diliminde yok olurdu anlattıklarım. Sanki herkes dedemin hastalığına tutulmuş.

Anlatmadım, gece vakti dışarının rüyasını gördüğümü kimseye söyleyemedim.

Turnaları rüyamda gördüğüm gece hayatımın en alelade gecesiydi aslında. Etrafımda dilini bilmediği bir ülkenin çöplerinden kâğıt toplayanlar, kendilerini kilitledikleri karanlık mecaz odalardan çıkamayıp ölümlerine hiç tanımadıkları insanları şahit edenler vardı. Böylesine acılarla dolu, rengini yitirmiş bir dünyada belki de bu eve sinip kalmış olmak benim şansımdı.  Rüyamdaki cesetlerin hikâyelerini dinleyemedim çünkü herkes olanları örtmek için avazının çıktığı kadar kendinden bahsediyordu. Bu dünyada ölüm var. Ara sokaklar, kirasız dükkânlar, merdiven altları var. İşte ben dünya denilen uzun yokuşta geride kendimi bırakmıştım. O iki adımlık yerkürenin bütün arka bahçelerini gören kadın bile kendi isteğiyle vazgeçtiyse bir yere tutunmaktan, ben de bir gece açık unutulan lambaları kapatmaya kalkamayacaktım.

Ben dedemin nefesini duyduğum saniye, binlerce silah patladı ya da binlerce çocuk çıktı annesinin rahminden. Birileri doğdukça arazi daha da doluyordu. Araziye atılan her beden benim belimi büküyordu.

Annem gidince yolum bitti benim. Turnaların öldüğü gece ben ışıkları sönmüş bir cehennemde uyuyordum.

Bilmem neredeki kaldırımın birinde, oradan geçen herkes bulunduğu noktada kaldı. Tuzla buz olmuş o semtin haberini duyurduktan sonra bu evin en rutubetli köşesini kendime uzay yaptım.

Burası bizim hapishanemiz artık.

Yaşıyorum ama sanki sağ göğsümü, ya da bir parmağımı kesip almışlar benden dede. Yerinde zehir gibi bir acı esiyor. Sen de sadece yüzüme bakıyorsun, durduk yere saçma sapan isimler sayıklıyorsun. Şimdilerde dışarıda herkes senin gibi sürdürüyor günlerini. Pembe stüdyolarda o arazinin varlığından haberdar olmayan insanlar mikrofonlara isteklerini haykırıyorlar. Her zaman önlerine sunulan tepside çiçekler bulunacağını sanıyorlar. Bundan sonra bir tek o mikrofonlara söylenenler duyulacak. Ağıt ve silah sesleriyle bir nefes sesi artık aynı kefeye sığacak.

Belki yakında çıkarız evden seninle. Sana birlikte nasıl geride kaldığımızı anlatırım, unutacağını bilsem de. Çayını farklı bir bardaktan içersin o gün, rüyamdan bahsederim. Eve bir muhabbet kuşu almış olurum o vakte kadar.

Böyle bir gece yaşadım, derim. Öyle, hep yaşanabilen bir gece…

Görünüşte gün gibi

Gözükene bakılınca

- Sıla Mutlu -





Yorumlar

Popüler Yayınlar