ÇIKMAZ

 Gecenin bir yarısıydı. Evdekiler uyumuş, ortamda ne gürültü ne de kalabalık kalmıştı. Öte yandan ben uyanık biçimde odamda oturmuş, Zamansızlığın Kısa Tarihi adlı kitabı okuyor ve bir yandan da pencereden dışarısını izliyordum. Yerleri apak örten kar uslanmamışçasına yağmaya devam ediyor, sokak lambalarının turuncu ışığında görülen irili ufaklı kar taneleri aheste aheste süzülerek yerdeki dostlarına eşlik ediyordu. Nitekim kışın büyüsü ve karın süzülüşü aklımı çeldiğinden kendimi kitap okumaktan çok dışarıyı izlerken buluveriyordum.

    Kitabımı, kalın hırkamı ve kupamı alıp kapıyı mümkün olduğunca gıcırdatmamaya çalışarak odamdan çıktım. Mutfakta kendime çabucak kahve yaptıktan sonra kitabımı ve kupamı balkondaki masaya yerleştirip hırkamı da üzerime geçiriverdim. Balkonun soğuğu, kahvenin sıcaklığı ve dışarıda yağan karın görkemiyle elimdeki kitabı okumaya devam ettim. Zamanın kime dost, kime düşman olacağı bilinmez.


     Birazdan gözlerimi kitaptan ayırıp dışarıya, sokağa baktım. Bayırı aşıp bir karartı halinde, yol boyunca yavaş yavaş ilerleyen bir adam gözüme ilişti. İçten içe bu saatte, bu soğukta ve sokağa çıkma kısıtlaması olduğundan burada ne işi var diye düşündüm ancak çok üstünde durmadan kitabıma döndüm. Zaten pek sürmeden adamın ilerideki karartısı hızlanan kara karışarak görüş alanımdan çıkıverdi. Ben de böylece kahvemi yudumlayarak kitap okumama devam ettim.


    Ertesi gün kar hızlanmış, sanki tüm kent apak kefenlere sarılmışçasına karla bezenmişti. Odamın penceresinden dışarıdaki tipiyi izlerken içten içe keyifleniyor, uzun zamandır böyle güzel bir şey görmediğime seviniyordum. Nitekim dayanamayıp pencereyi hafifçe aralayarak dışarısının tadına bakmak istedim. Kış olağanüstü esintisiyle bana soğuk bir yanıt verince hırkamı geçirip ev halkı uyanana dek dışarıyı izlemeyi sürdürdüm.


    Kahvaltıda sıcak çayımı yudumlarken birdenbire dün gece sokakta gördüğüm adamın sureti aklıma düşüverdi. Gördüğüm adam bir yanıyla mahalleye yabancı, dertli ve kederli biri; bir yanıylaysa çözülmeyi bekleyen gizemler içeren uçrak biriydi. Dalgın dalgın patates kızartmasından yerken içten içe bu adamı düşünmemi garipsesem de nedensiz bir biçimde aklıma takılıvermişti. Ancak ne yazık ki düşünceli halim ev halkının gözlerinden de kaçmamış gibiydi.


    “Hayırdır, neyin var oğlum?” dedi annem meraklı gözlerle, oysa ben ne konuşmak ne de rahatsız edilmek istiyordum. Yine de kibarca “Yok bir şey,” deyip onları geçiştiriverirken dikkat çekmeden düşüncelere boğulmaya devam ettim.


    Kahvaltının ardından kendime Türk kahvesi pişirip, dolaptan birkaç abur cubur alıp odama çekildim. Hemen ardından kapımı kapadım, kulaklıklarımı taktım ve Türk ezgileri eşliğinde yarım kalan kitabımı okumaya başladım. Bu sırada perdeyi araladığımdan ara sıra dışarısının büyüleyici devinimine kendimi kaptırmadan edemedim. Bir ara sokakta kara bir suret görüp irkildim. Her ne kadar izlemesi muhteşem olsa da bu soğukta, bu tipide ve virüsün izlerinin kaybolmadığı bu günlerde kim, niçin dışarı çıkar ki diye düşündüm. Elimdeki kitabı masama bırakıp hepten dışarıyı gözlemeye başladım. İçten içe alışverişe çıkan, işe giden ya da evine dönmekte olan biri olduğunu düşündüm ama yok, değildi. Dün geceki adamdı bu. Yaklaşık beş dakikadır durmuş, göz gözü görmeyen bu tipinin ortasında beni izliyordu. 


    Sokağın orta yerinde durmuş beni izlemekte olan adam güçbela penceredeki karartımı fark etmiş olmalıydı ki en sonunda hiçbir şey olmamışçasına yoluna devam edip gizemli bir biçimde apak karın ortasında kapkara haliyle gözden kayboluvermişti. Bununla birlikte hepten merak duymaya ve içten içe de korkmaya başladım. Bundan birine söz etmeli miydim ki? İkidir gördüğüm bu adam gerçekten beni mi izliyordu, yoksa bana mı öyle geliyordu? Bu durum başıma dert açabilir miydi?


    En sonunda içime kurt düşüren bu sorulara kendim yanıt vermeye karar verdim. Kuşkusuz bu durumdan kimseye söz etmemeliydim. Benim gibi içine kapanık birini kim, niye izlesindi? Büyük olasılıkla düşündüklerimin hepsi kuruntuydu. Ayrıca ben birinin beni izleyip başıma dert açmasını sağlayacak ne yapmıştım ki? Ne evden çıktığım vardı ne de toplumsal uygulamalara girdiğim. Hepsi yalnızca bilinç altımın bıkkınlıktan ve can sıkıntısından ötürü beni heyecanlandırmak ya da bir nebze olsun korkutmak için uydurduğu şeyler olmalıydı. Buna aldırış etmemeliydim.


    Beynimi bu boş düşüncelerden arındırıp kitaplığımdan kara kapaklı defterimi alıverdim. İçine yaşadığım önemli olayları, kurguladığım öyküleri, sevdiğim ve sevmediğim şeyleri yazdığım deftere birkaç karalama yapmaya başladım. Bu sırada en sevdiğim şarkılardan biri kulaklığımda yankılanıyordu. Nitekim beynim boşalmış, ellerim kalemle buluşup bir şeyler çiziktirmeye davranmış, yüreğimse kulağımda çınlayan müziğin dokunuşlarıyla onmaya başlamıştı.


    Gece yarısı ev halkı yatıp uyuduktan sonra hiç durulmayan karın yağışını izlemeye, balkona çıktım. Bu kez üzerimde kalınca bir yorgan, kulağımda kulaklıklar ve elimdeyse sımsıcak kahve vardı. Akşam yemeğine değin bir daha aklıma düşmeyen adam, sonraları yeniden beynimi bulandırmaya, içimde bir dürtü olarak beni rahatsız etmeye başladığından beynime izlenmediğimi, bunların hepsinin birer rastlantı olduğunu kanıtlamak adına balkona gelmiş; yağan karların arasında o adamı yeniden görmeyi beklemiştim. İçgüdüsel olarak adamın belirmesini diliyor, beynime yaşadıklarımın kurmaca olduğunu göstermek içinse böyle bir şeyin olmamasını istiyordum.


    En sonunda bekleyişim içgüdülerimin utkusuyla sonlanınca içimi değişik bir telaş, korku ve gerilim kapladı. Oysa sokağımda aynı adamı yeniden görmeseydim çoktan olanların beynimin beni kandırmak adına oynadığı pis oyunlar olduğuna inanacaktım. Buna hazırdım. Ama ne yazık ki ne beynimi ne de kendimi kandırabildim.


    Ses çıkarmamaya çalışarak odama girdim. Anahtarımı, maskemi, montumu ve şapkamı alıp balkona geldim. Ağır adımlarla bayırı çıkmakta olan adamı incelerken üzerimi giymeye koyuldum. Evdekilere sezdirmeden dış kapıyı açtım ve apartmandan dışarıya fırladım. Dışarı çıkar çıkmaz müthiş bir esintiyle karşılaştım. Nitekim maskemi yüzüme geçirip montun kapüşonunu da takınca başımı eğerek depderin karın içerisinde düşmeden, hızlı hızlı yürümeye davrandım. Bu adamın kim olduğunu, ne istediğini ve ne yapmaya çalıştığını öğrenmeden bana rahat yoktu.


    Sokak boyunca ilerleyip adama sezdirmeden bayırı tırmandım. Görüş alanım belirsizleştiğinde ayak izlerini takip ederek kolayca adamın varmaya çalıştığı yere geldim. Adam iki katlı, pek de büyük olmayan bir evin önünde duraladı. Birden arkasına dönüp etrafı kolaçan etmeye başladı. Besbelli izlendiğini fark etmiş ve peşinde kimin olduğunu öğrenmeye çalışmıştı. Ancak ondan önce davrandığımdan kıl payı saklanmayı başarmıştım.


    Adam evin kapısını aralayıp içeri girdi. Çok geçmeden kapıyı ardından kapamayıp bahçeye gelerek evin arkasını dolanmaya gitti. Bense onun yokluğundan olanak bulup aralık kapıdan içeriye daldım. Girişte büyükçe bir masa ve üzerindeyse birkaç eşya vardı. Kalemler, mumlar, kitaplar ve kara kaplı bir defter.


    Beynimden vurulmuşa dönmüştüm. Masada duran bu defter benim defterimin aynısıydı. Böylesi bir rastlantı olamaz diye düşünerek kitabın kapağını araladım. İlk sayfada kocaman harflerle adım yazıyordu. İçten içe telaşlanmaya, kalbim güm güm atmaya, ellerim terleyip soğuktan çok korkudan titremeye başladı. Ayak sesleri işitince defteri kapıp hemen evden koşarak kaçtım. Ardıma dahi bakmadan, adamın beni fark edip etmediğini önemsemeden yalnızca kaçtım.


    Soluklarımı dizginleyip yavaşça evimin kapısını açtım. Kimse uyanmamış, dışarı çıktığımı fark etmemişti neyse ki. Hemen balkondaki eşyalarımı toparlayıp odama geçtim. İçimdeki tedirginlik ve korku geçmemiş, tam tersine daha da artar olmuştu. Çünkü belki de üçtür rastlantı olarak gördüğüm adamın bu kez beni takip ederek bana ait olup onun elinde olan defteri çaldığım için bana zarar verebileceğini aklımdan çıkarıvermiştim. Ne yaptım ben böyle?


    Çalışma masama oturdum. Masa lambasını açıp kendi defterimle adamın evinden aldığım defteri karşılaştırmaya, incelemeye başladım. Bugün çiziktirdiğim şeye kadar birebirlerdi. Sonrasındaysa henüz yazmadığım, çizmediğim şeyler vardı.


    21 Haziran 2021: Biz okullarımıza kavuşmayı beklerken her şeye daha kötüye gitmeye başladı. Bugün virüsün art arda mutasyonlar geçirdiği haberiyle tüm dünya sarsıldı. Artık hiç kimsenin dayancı kalmamıştı. Virüs hiç görmediğimiz kadar hızlı bulaşıyor ve bulaştığı kişiyi ânında öldürüyor. Öte yandan işsizlikten, aşsızlıktan ve bunalımlardan ötürü intihar edip ölenlere kimse ses çıkarmıyor, herkes bu gerçeklere göz yumuyor. Bense kaç kez ölümün eşiğinden döndüm.


    Defterin devamına kalmadan okuduğum ilk satırla birlikte içimde korku tomurcukları yeşermeye başladı. Ben bugünlerin geride kalmasını ve güzel bir geleceğe adım atmayı düşlerken bunları okumak içimdeki tüm umutları solduruvermişti. Sayfaları çevirdikçe de bu umutsuzluk giderek artmaya, tüm bedenimi karamsarlığa tutsak etmeye başladı.


    30 Haziran 2025: Üniversite yılını tümüyle uzaktan eğitimle geçiren ilk nesil olarak bugün mezun olduk. Ancak bundan sonra ne yaparım bilemiyorum. Yıllarını sınavlara girip kopyayla derslerini geçen kişilere göre daha iyi değerlendirmiş olsam da ne ciddi bir eğitim almış ne de doğru düzgün bir çevre edinebilmiştim. Nitekim yarı bilgili ve geniş bir çevresi olmayan biri olarak hiçbir şey yapamayacağımı biliyorum. Ama artık intihara girişmekten yıldım. Ölemiyorum, ölemeyeceğimi de biliyorum.


    5 Mart 2027: Bugün mezarlığa ziyarete gittim. Annemi, babamı, liseden arkadaşlarımı bir kez daha görmek istedim. Kimi zaman onlara imrendiğim bile oluyordu. Keşke ben de ölüp onların yanında olabilseydim. Ama biliyorum ki daha zamanım var. O, bana ölemeyeceğimi defalarca söyledi. Üstelik öleceğim günü, nasıl öleceğimi de söyledi. Hiçbir zaman öğrenmemeyi yeğlerdim oysaki.


    1 Ocak 2030: Yıllar geçip giderken Covid69 virüsüne bile alıştık da bilgisizliğin, cahilliğin neden olduğu şeylere alışamıyoruz. Yalnız başıma geçirdiğim bu 9. yılbaşında da ne yazık ki cahiller yüzünden türlü kıyımlar olageldi. Artık dünya nüfusu hepten azalırken yalnızca çok dikkatliler ve akıllı kişiler sağ kalmayı başarıyor. Öte yandan ben ne yeterince dikkatli ne de akıllı sayılırım. Ölüp de cehennemden kurtulanlara katılmak için her şeyimi verirdim. Ama onun dediği gibi sayılı zaman hiç de öyle kolay geçmiyor. Daha ölümüme çok var. 


    6 Nisan 2033: Artık akıl sağlığımı yitirir oldum. Bu kez ölmeye kararlıyım. 


    Ömrüm boyunca tatmadığım bir korku yüreğimi kapladı. Kafam allak bullak oluverdi. Bunların hepsini ben yazmıştım ve okuduklarım benim geleceğimdi. Öyleyse o adam kimdi? Ben miydim? O adam gelecekteki ben miydim? Böyle bir şey nasıl olabilirdi ki? Mümkün müydü? 


    Nasıl, nasıl olur diye dövünüp durdum. Bu defterin beni gözleyen, izleyen ve taklit eden bir manyağa ait olmasını bile diledim. Ancak bunların gerçekleşmesi olasılığı içime kurt düşürüyordu. Bununla birlikte bu defteri de yazılanları da yadsımaya başladım. Böyle bir şey olamazdı! Anca filmlerde, dizilerde ya da kitaplarda olurdu böylesi. Gerçek olamazdı, olmamalıydı!


    Adamın evinden aldığım kitabı âdeta fırlatırcasına kitaplığıma koydum. İçimi kemiren bu karamsar düşünceleri silmek adına bir süre sevdiğim şarkıları dinleyerek yatağıma uzandım. Çok geçmeden uykuya daldığımda kötü düşlerle, karabasanlarla boğuşup durdum. Bütün bu olanlar beynimi, bilinçaltımı ve düşüncelerimi fena halde etkilemişti. Buna bir son vermeliydim.


    Gündüzleyin daha kimse uyanmadan pencereden beni izleyen adamı görüverdim. Artık korkudan çok heyecan duymaya başladığımdan kalbim çarpmaya, elim ayağıma dolaşmaya başladı. Yapacak bir şey yoktu. Bu adamla yüzleşmeli, neyin olup bittiğini artık öğrenmeliydim. Nitekim hızla ve sessizce hazırlanıp dışarıya çıktım. Odamın karşısındaki sokağa hemencecik gelince kapkara giyimli adamla karşı karşıya geldim. Üstünde kapkalın bir kaban, yüzündeyse gaz maskelerinin bir benzeri vardı. Saçları upuzundu. 


    “Seninle karşılaştığıma çok sevindim,” deyiverdi ben daha bir şey söyleyemeden. “Sanırım benim kim olduğumu, niçin burada olduğumu anladın.”


    “Sen bensin,” dedim kekeleyerek.


    “Doğru,” diye fısıldadı. Başımdan kaynar sular dökülür gibi hissettim. İçten içe nasıl ola ki diye düşündüm, durdum.


    “Nasıl?” diye sorabildim yalnızca.


    “Ne yazık ki sonsuz bir döngünün içindeyiz. Yakında sen de bugün olduğum adam olacak ve şu anki halini bulup benim yaptığımı yapacaksın. Bu bizim yazgımız. Değiştiremeyiz. Bunu çok denedik ancak Tanrı bizi böyle bir çıkmaza hapsetti,” dedi adam güncel meselelerden söz edercesine bir rahatlıkla.


    “Anlamıyorum,” dedim dehşetle. “Bu hiç mantıklı değil.”


    “Biliyorum,” dedi anlayışla. “Bunca zaman hep mantık aradık ancak burada mantık falan yok. Hepimizin sürekliliğini sağlaması gereken bir döngü bu. Sıra sende.”


    “Sen... ne saçmalıyorsun?” diye parladım. Böylesine gizemli konuşması sinir bozucuydu. “Ben hiçbir şeyi sürdürmeyeceğim. Bu saçmalığa bir son vereceğim. Anladın mı?”


    “Yazdıklarımı okudun,” dedi adam ben gitmeye davranırken. “Ne yaşayacağın, ne yapacağın ve ne olacağı orada yazılı. Bundan başkası gelmeyecek başına. O senin yazgın ve bunu değiştiremezsin. İstem diye bir şey yoktur. Biz yalnızca Tanrı’nın yazdığı romanın başkişisiyiz. Tanrı’nın kurguladığı öyküde sıramız geldiğinde oynuyoruz.”


    “Saçmalık!” diye bağırıp tek bir söz bile işitmemek adına koşarak oradan uzaklaştım. Hızla eve girdim. Bizimkiler uyanmış, salonda oturmuş besbelli beni bekliyorlardı. Ancak onlara kulak asmadan mutfağa girdim ve kapıyı kilitleyip bulduğum tüm ilaçları içtim. Kapının ardından ailemin bağrışlarını, çığırışlarını ve kapıyı tekmelemelerini işittim. Birazdan gözlerim kararıp yere yığıldığımda seslerin giderek azaldığını ve hiçliğe karıştığını duyumsadım. İşte! Ölüyordum. Yazgıyı değiştiriyordum. Bu çıkmazdan, döngüden kurtuluyordum! 


    “Günaydın,” diye bir ses işitmemle irkilmem bir oldu. Hastanedeydim. Yatıyordum. Tepemdeyse o duruyordu. “Geçmiş olsun.”


    “Sen... nasıl?.. Ne oldu bana? Hayır, hayır! Bu olamaz! Ölmeliydim!” diye sızlanmaya başlayınca ağzımı kapadı ve işaret parmağını dudaklarını götürüp “Şşş!” diye fısıldadı.


    “Ben de aynısını yapmıştım,” dedi gülümseyerek. “Tüm ilaçları içtim ve ölürüm sandım. Ancak olmadı. Olmayacak da. Bu daha ilk denememizdi. Daha nice ölümlerden döneceğiz. Nice ölümlere tanık olacağız.”


    “Ailem... onlar nerede?” diye sordum telaşla.


    “Söylemeyi unuttum, değil mi? İlk intihar girişimizden sonra annemiz kalp krizi geçirip Hakk’ın rahmetine kavuştu. Babamızsa şimdi onun ölüsünün başında,” dedi ifadesiz biçimde. Bense korkunç bir düşün içerisinde olduğumu hissediyordum. Olanlara akıl sır erdiremiyordum.


    “Peki ya sen... sen nasıl geldin geçmişe?” diye sorunca yüzünde âdeta güller açtı adamın.


    “Eh, en çok sormanı beklediğim soru buydu,” deyip ciddileşti. “Son intihar girişimimizde -defterde yazdığım son şeyden sonra- kendimi doğum günümde buluverdim. Birden 2002 yılına gelmiştim. Şubatın başıydı. O günden beri seni yıllarca izledim. Gelecekteki o korkunç talihten bu sayede sıyrılıp sen 18’ine gelene dek güzel güzel yaşadım.”


    “Yıllardır beni izliyordun, ha?” diye sordum afallayarak. 


    “Evet, aynen öyle,” deyip içten biçimde sırıttı.


    “Peki şimdi ne yapacaksın?” diye sordum.


    “Yolun sonu,” dedi mutlulukla. “Birazdan tıpkı yıllar önce bana dendiği gibi hastanenin çatışından atlayıp intihar edeceğim. Sense bugünü yaşamak için yıllarca benim çektiklerimi çekeceksin.”


    “Hayır, hayır,” diyerek ağlamaya başladım. “Bunun başka bir çıkar yolu yok mu? Bu çıkmazdan kurtulmanın bir yolu yok mu?”


    “Ne yazık ki yok. Türlü başarısızlıklara, ölümlere, savaşlara, yeni düzenlere, yalanlara, kurmacalara ve intiharlara maruz kalacaksın. Ancak hiçbir çıkar yolu yok. Tanrı bizim için ölümsüz olmayı seçmiş. Biz hep doğup, ölüp yeniden doğacak ve öleceğiz.”


    Yaşlı gözlerle adama bakıyordum. O ise yavaş yavaş ayaklanıp odadan çıkmaya koyuldu. Kapının eşiğinde birazcık durup “Hoşça kal” diye fısıldadı ve gitti. Bir süre ağlayarak yattığım yatakta uyuya kalmış, yeniden uyandığımdaysa hastanenin ayağa kalkmış olduğunu fark etmiştim. Koşuşturmalar, bağırışlar, çığırışlar... Meğer hastanenin çatısından bir adam atlayıp intihar etmiş. En sonundaysa ölmüş. Ölmüşüm.


    Zamanın kime dost, kime düşman olacağı bilinmez. Ben biliyordum. Zaman da Tanrı da bana düşmandı.


-Ozan Mergen-




    

    


    

    


    


Yorumlar

Popüler Yayınlar