09.11

   Deliriyor olmalıyım. Artık akıl sağlığımın pek yerinde olmadığını düşünüyorum çünkü olmadık şeyler görüyor, yaşanması mümkün olmayan şeylere tanık oluyorum. Bunları size anlatma nedenimse kimsenin deneyimlediğime inanmadığı korkunç döngüyü kaleme alarak sizlere bir nebze olsun neler yaşadığımı ve neler hissettiğimi yansıtmak. Umarım yaşadıklarımı nesnel bir gözle değerlendirir ve bana yardımcı olursunuz. 

    Bir gece korkunç bir karabasan gördüm. Doğum günü partimle başlayan düşümde soyut ve kızıl bir yaratık beni kontrol ediyor, oradan oraya savuruyordu. Elimden geldiğince onun gücüne karşı koymaya çalışsam da başaramıyordum. Düşümde onunla başa çıkmak istercesine davranıyorken yatağımdaki bedenim karabasandan sıyrılmak adına deviniyor, kıpırdıyor ve herhangi bir ses çıkarmaya çalışıyordu. Uzunca bir süre korkunç yaratığın gücüne karşı direndiğim düşten bedenim titreyerek, odamda çınlayan çığlık sesleriyle uyanıverdim. Saat tam 09.11’di. 

    Karabasanın üzerimde süren dehşet etkisine karşın ondan kurtulmuş olmanın verdiği rahatlıkla yatağımdan kalkıp pencereden dışarıyı izlemeye başladım. Ne yazık ki hava kapalıydı. Sanki kül rengi bulutlar güneşin eşsiz varlığını saklayarak uyandığım karamsar güne karamsarlık katmak istiyor gibiydi. Yine de buna pek aldırış etmeden kafamı camdan çevirip odama döndüm. Karnım acıktıydı. Nitekim annemi uyandırmaya gerek duymadan çay suyunu koyup cüzdandaki beş lirayı alarak bakkala gitmeye koyuldum.

    Dışarı çıktığımda pencereden farkına varmadığım bir gerçekle sarsılıverdim. Arabalar hareket etmiyor, kuşlar uçmuyor ve insanlar öylece oldukları yerde duruyorlardı. Ne bir ses ne de bir devinim vardı sokaklarda. Sanki zaman durmuş da beni es geçmişti. Başta bu düşünceyle alay edip gülümsesem de sokakta yürüdüğüm yol boyunca hâlâ hiçbir şeyin hareket etmediğini ve tek bir çıt sesinin dahi çıkmadığını fark edince içimi değişik duygular kapladı. Karabasandan ayılmaya çalıştığımda deneyimlediğim düşteki yaratıktan kurtulma güdüsünün ve gerçekte uyanmaya çalışmak adına çırpınma dürtüsünün verdiği umarsızlık neyse bu da oydu. Terk edilmişlik, yalnızlık, özlem, korku, acı ve derin sessizliğin düetiydi sanki yürüdüğüm sokaklar boyunca işitemediğim ses. Anlamlandırmak da sezdirmek de epey güç doğrusu.

    Bakkala girdiğimde hareketsizce televizyona bakan Erdal Amca’yı gördüm. Ne televizyonda bir kıpırtı ne de adamda herhangi bir soluk alma belirtisi vardı. Sonuç olarak içimde yaşadığım dehşet verici duygu şölenine aldırmamaya çalışarak iki simit alıp tezgâha iki lira bıraktım. Simitleri poşete koyar koymaz dükkândan çıkıp eve geldim. Her şey hâlâ hareketsiz ve sessizdi. Kuşlar havada asılı kalmış, araçlar yokuşlarda sabitlenmiş ve insanlar bir sonraki adımlarını atamadan duraklamıştı. 

    İçimdeki şaşkınlığı, telaşı ve korkuyu boş verip kahvaltı ettikten sonra annemin yatağında ölü gibi yattığını gördüm. Her ne kadar onu uyandırmaya çalışsam da bunun hiçbir yararı olmadı. Yatağında kaskatı biçimde kalmaya devam etti. Ben de başta alay ettiğim olayın gerçek olduğuna hepten inanmaya başladım. Zaman durmuş ancak beni es geçmişti. Nitekim elimden gelen hiçbir şey yoktu. Böyle bir şeyi nasıl düzeltebilirdim ki? 

    ‘Zaman dursaydı ve yalnızca siz bunun farkına varabiliyor olsaydınız ne yapardınız?’ sorusuna gelen gülünç yanıtlar aklıma geldi. Herkes böyle bir fırsattan yararlanarak istediğini yapardı. Kimi pastaneden istediği tatlıları aşırır kimi kapital düzenin dört gözle beklemeyi aşıladığı yeni sürüm telefonları araklardı. Oysa ben bu inanması güç durumdan sıyrılıp olağanlığa adım atmak için yalvarır hale geliyordum. Duyduğum korku ve her şeyin böyle kalacağı kaygısı içimde çığ gibi büyürken yatağıma yatıp yorganı kafama çekmeden önce göz ucuyla saate baktım. 09.11. Gözyaşlarıma engel olup uyumaya çalıştım.

    Upuzun bir süre boyunca uyuduydum. Kalktığımda odam kapkaranlık olmuştu. Hemen yatağımdan kalkıp ışığı açınca ilk olarak saate baktım. Hava böylesine karardığına göre saat 09.11 olamaz diye düşündüm. Neyse ki saati görmemle içimdeki korkunun eriyip yok olması bir oldu. Saat 21.11’di.

    Saatin aktığına ve zamanın durmamış olduğuna emin olunca ışığı söndürüp içeri gittim. Herkes salonda oturmuş televizyon izliyor, çay içiyordu. Beni görünce şaşırmalarını beklesem de saatlerdir yanlarında olmadığımın farkında değillermiş gibiydiler. Nitekim onlara savsakça “Günaydın!” deyince bana bön bön bakmaya başladılar.

    “Ne günaydını?” diye sordu annem, babam da onu desteklercesine soran gözlerle bana bakmayı sürdürdü.

    “Saatlerdir uyuyorum, şimdi uyandım,” deyip koltuğa oturdum. Bu kez ikisi endişeyle bana bakmaya devam ettiler.

    “Ne uyuması?” diye sordu babam merakla. “Kaç saattir yanımızdasın. Kitap okumaya diye az önce içeri gittin ya.”

    “Ne?” diye güçlükle fısıldadım. Benimle alay mı ediyorlardı yoksa kafayı mı tırlatmışlardı? Yaklaşık 12 saattir uyuyor olmalıydım. 12 saat!

    “İyi misin sen? Betin benzin atmış,” diye fısıldadı annem. 

    “Yok, yok bir şey,” deyip geçiştirmeye karar verdim. “Ben odama, kitap okumaya döneyim.”

    Gündüz duyduğum karamsar duygular bütünü içimde yeşeriverdi. Yeniden tüm bedenim anlatılması güç şeyler hissetmeye başladı. Önce zamanının durması, ardından uyuduğum vakitte onların yanında olduğumu sanmaları... Ne oluyordu? Ben mi çıldırıyordum yoksa onlar mı?

    Onlarla bu konu hakkında daha fazla konuşsam da bir yararı olmazdı. Bu nedenle odamın tamamını gören bir köşeye kamera koyacak ve uyurken neler olduğunu böylelikle anlayıp onlara olanların kanıtını sunacaktım. Nitekim bir süre beynimi boşaltmak için okuduğum Karşıtlam Yani Paradoks Nedir? kitabına dönüp uykum gelince kamera düzeneğini hazırlayıp uykuya daldım.

    Gözlerim birden açılıverdi. Karabasan, kül rengi hava, sessizlik, nahoşluk ve aynı saat: 09.11. Yataktan sıçrayarak kalktım. Bu gerçek olamazdı, diye düşündüm. Bu da gördüğüm korkunç düşün bir parçası. Aslında hâlâ düşteyim ve az sonra uyanacağım, diye kendimi avuturken bu düşüncelerin hiçbir yararı olmadığını fark ettim.

     Pencereden dışarıya bakıp zamanın durduğuna emin olunca kameraya baktım. Saat 09.11’de ve kayıt süresi de 10.41.55’te sabitlenmişti. Bununla birlikte kafayı yediğimi ya da okuduğum onlarca düşsel kitabın bir yan etkisi olarak açıklanamayan şeyler yaşadığımı düşündüm. Ancak düşünmenin hiçbir yararı yoktu. Olanlar akıl kârı değildi. 

    Dün olduğu gibi yine bir şeyler atıştırıp yorganımın altına girdim. Uyandığımda odam yine karanlıktı. Işığı açtığımda saatin yine 21.11 olduğunu görünce yüreğim hızla çarpmaya, gözyaşlarım yavaşça yuvasını terk etmeye başladı. 

    Kamerayı kaptığım gibi annemlerin yanına gittim. Yüzümdeki uyku mahmurluğundan dünkü şeyin yeniden yaşandığını anlamış gibi göründüler. Başta önemsiz yaklaştıkları bu konuya şimdi daha kaygılı ve korkuyla yaklaşıyorlardı.

    “Size bir şey göstereceğim,” deyip kamera kaydını açtım. 09.11’den sonrasını oynattım. Bununla birlikte kaskatı kesilirken yüreğim hıphızlı çarpmaya başlamıştı. Bu nasıl olurdu? Zamanın durduğunu sandığım saatten sonra uyanıyor ve uykuda olduğumu sandığım zaman uyanık olarak, ailemin dediği gibi geçiyordu. Ayrıca 21.11’de odamı giriyor, ışıkları söndürüp yatağıma geçiyor, hemen ardındansa uyanıp ışıkları açıyordum.

    “Her şey normal görünüyor,” dedi babam. Bense içimdeki dürtüyü bastıramadan ağlamaya ve korkuyla çığırmaya başladım. Bununla birlikte kaskatı beni izleyen ailem beni sakinleştirmeye çabaladı. “Sorun ne?”

    “Ben... sanırım çıldırıyorum,” diye fısıldadım hıçkıra hıçkıra.

    “Ne oluyor?” diye üsteleyince annem mutfağa gidip su içerek dinginleşmeye çalıştım ancak toparlanamadım. Yaşadıklarımı aileme anlatıncaysa olanları bunalımıma bağlayıp beni psikoloğa götürme kararı aldılar. Üstelemelerimle birlikte saat 21.11’den sonrası için tanıdık bir psikologdan randevu alındı. Bense bir şey diyemeden durumu kabullenip yatmaya gittim. 

    Ertesi gün aynı döngüyü yaşadıktan sonra akşam saatlerinde annemin uzaktan kuzeni olan psikoloğa götürüldüm. Annemler odanın dışında beni beklerken bense psikologla karşı karşıya duruyordum.

    “Nasılsın?” diye sordu psikolog nezaketen.

    “Berbat,” diye fısıldadım umarsızca. 

    “Anlatmak ister misin?” diye sordu psikolog kibarca.

    “Tabii, anlatayım,” deyip yaşadığım her şeyi kadına anlattım. İçimde kabaran korkuyu, kaygıyı ve umarsızlığı dizginlediğimi anlamış gibi bana su uzattı.

    “Su iç,” diyerek gülümsedi. Bir bardak suyu hızla kafama diktikten sonra hızlı hızlı soluk vermeye başladım. “Ailen bunalımlarının olduğundan söz etmişti. Anlatmak ister misin?”

    “Küçüklükten itibaren üzerimde bir değersizleştirme, örselenme ve küçük görülme politikası uygulandığından asıl darbeleri şimdi baş veriyor,” diyerek psikolojik baskılardan ve akran zorbalığından çektiklerimi bir nebze olsun açıkladım.

    “Kendini değersiz mi görüyorsun?” diye tam da sorusunu sordu psikolog.

    “Çevrem böyle olduğumu sanmamı sağladı,” diyerek bardağa baktım. “Şimdi bunu nasıl değiştirebilirim ki? Değerli ve sevilesi olmam için hiçbir neden yok ki.”

    “Peki, sence bu hissettiklerinle yaşadığın bu karmaşık durum arasında bir bağlantı var mı?” diye sordu kadın.

    “Sanmıyorum,” diye fısıldadım kadının yüzüne ürkekçe bakarak. “Bu iki gündür yaşadıklarımın hiçbiri düş değil. Hepsi gerçek!”

    “Ben öyle bir şey demedim ki,” diyerek gülümsedi psikolog. “Bazen çocukluğumuzda bizi yaralayan şeyler yıllar sonra bile etkisini gösterebilir. Bu söz ettiğin bunalımlar dışında bir sıkıntın var mı?”

    “Olmaz mı?” deyip alaycı biçimde gülümsedim. Bende dert derya denizdi. “Küçükken ailemin ve akranlarımın üzerimde kurduğu baskıdan dolayı sessizleştim ve içime kapandım. Düşüncelerimi söylemek devrim, kendim olmaya çalışmaksa yeni bir uygarlık kurmaktı. Oysaki ben hep sömürge yaşamıştım. Ben böyle bir şeyi beceremezdim.”

    “Üzerinde neden böyle bir baskı vardı dersin?” diye sordu kadın. “Senden çok şey mi beklenirdi?”

    “Tam tersine,” deyip sinirle gülümsedim. “Benden kimsenin hiçbir beklentisi yoktu. Yaptıklarım kimse için değerli değildi. Herkese aykırı bir kişiliktim. Kimsenin olmamı istediği evlat olamadım. Her zaman yetersiz biriydim.”

    “Herkesten ve her şeyden kaçarak kendi içinde özgürleştin yani?” diye sordu psikolog.

    “Aynen öyle,” dedim coşkuyla. “Başkalarının ağzıyla kendimi yargılamayı ve aşağılamayı bırakıp onların özümseyememesine karşın ben kendi kendimin yaralarına merhem oldum. Nitekim dış dünyada var olan alaycılara, zorbalara ve ahlak bekçilerine karşı kendi iç dünyamda bu gibi şeylere yer vermedim. Gerçek birkaç arkadaşla, yalnızca sevdiğim şeylerle olduğum ve istediğim gibi yaşamaya çalıştım.” 

    Bir süre daha konuştuktan sonra psikolog haftaya yeniden gelmemi önererek ailemi içeri aldı. Uzunca bir konuşmanın ardından beni alıp eve götürdüler. Evde köpüklü Türk kahvesi içip Karşıtlam Yani Paradoks Nedir? adlı kitabı bir süre okuduktan sonra sevgili kitaplığıma göz gezdirerek yatağıma yattım ve hemencecik uykuya daldım.

    Gündüzleyin korkunç bir karabasanla 09.11’de uyanıverdim. Karabasandan kurtulmanın verdiği rahatlıkla yatağımdan kalkıp dışarıyı izlemeye başladım. Hava kapalıydı. Kül rengi bulutlar güneşi artlarında gizliyordu. 

    Odamdan çıkıp mutfakta bir şeyler atıştırdıktan sonra saatin ilerlemediğini ve her şeyin donmuşçasına durduğunu fark edince afalladım. Ne oluyordu? Zaman durmuştu da beni es mi geçmişti? Annemi uyandırmaya, televizyonu açmaya çalıştıysam da hiçbir yararı yoktu. Saat 09.11’de takılı kalmış, bununla birlikte dünya da akmayı unutuvermişçesine duralamıştı.

    Ne yapacağımı bilemeden evde öylece gezinirken yatağıma yatıp yorganı üzerime çektim. Belki uyursam düzelirdi diye düşündüydüm. 

    Gözlerimi yeniden açtığımda odamın kapkaranlık olduğunu görünce zamanın ilerlemiş olduğunu düşünerek rahatladım. Hemen odanın ışığını açarak saate baktım. 21.11. Ailemin yanına gidip olanlardan bahsettiğimde korkulu ve acıyan gözlerle bana baktıklarını fark ettim. Dehşet içerisinde ağlayarak mutfağa gittiğimde içeriden konuşmalarına tanık oldum.

    “2 ay oldu,” diyordu annem ağlayarak. “2 aydır aynı şeyleri yaşayıp duruyor. 2 aydır gittiği psikolog hiçbir ilerlemenin olmadığını, sürekli başa dönerek aynı şeyleri anlattığını söylüyor! Neden sence, ha? Neden dersin?!”

    “Sakin...”

    “...olmayacağım!” diye bağırdı annem. “Sakin falan olmayacağım! Çocuğunu delirtmene değdi mi? Onu sürekli aşağılamana, küçük görmene, ona bağırmana, kendi isteklerini hiçe sayıp senin olduğun gibi olmayı dayatmana değdi mi?! Kimse kimsenin istediği gibi olamaz, olmamalı da! Kimse aynı ya da farksız değildir. Bunca yaşına gelip bunu hâlâ anlamadın sen! Umarım değersizleştirdiğin, örselediğin, küçümsediğin oğlunu farklılıklarıyla yargılamana değmiştir!”

    Su içtikten sonra annemin bağırışlarla içeri gittiğini görünce babamı ağlamaktan öte yıkılmış bir hal içerisinde gördüm. Ancak ondan uzaklaşıp annemin yanına gittim. Hıçkırıklarla ağlıyordu. Dövünerek ağlıyordu. Bununla birlikte ben de gözyaşlarıma engel olamadım ve hıçkırıklara boğuldum.

    Ne oluyor, ne bitiyor bilmiyorum ama deliriyor olmalıyım. Artık akıl sağlığımın pek yerinde olmadığını düşünüyorum çünkü olmadık şeyler görüyor, yaşanması mümkün olmayan şeylere tanık oluyorum. Bunları size anlatma nedenimse kimsenin deneyimlediğime inanmadığı korkunç döngüyü kaleme alarak sizlere bir nebze olsun neler yaşadığımı ve neler hissettiğimi yansıtmak.
Umarım yaşadıklarımı nesnel bir gözle değerlendirir ve bana yardımcı olursunuz.


- Ozan Mergen -

    


Yorumlar

  1. Toplumsal ve aile içi baskı ne kötü şey :(

    YanıtlaSil
  2. Çocukken yaşadığımız travmalar ve aile yaralarının ilerleyen yaşlarda kendini göstermesi çok acımasızca ve adil değil çünkü o yaraların varlığını bi an olsun unutup normal bir yaşam sürmeye engel oluyor

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Popüler Yayınlar