KARYURDU'NUN KRALİÇESİ

   Külsü Orman her zaman kül rengi sislerin havaya hüküm sürdüğü, serin bir yerdi. Koca ormanın güneş aldığı tek bölgesine kurulmuş yerleşimde yaşayan yerliler her yıl, kışın kar yağması için dua ederlerdi ancak ne yazık ki yakarışları gökteki sislerin arasında dağılıp hiçliğe karışırdı. Sanki Tanrı onları duymak istemediğinden Külsü Orman’ı sise ve kedere boğardı. Kimisi buna inansa da oradan ayrılmaya pek cesaret edemezlerdi. Külsü Orman’ı çevreleyen Sinsi Irmak’ı sağ biçimde geçen olmadığından oradan ayrılmaya kimse yeltenmezdi. Tanrı belki de onları böyle sınıyordu: Yüreklerindeki dilekten yoksun, tekdüze bir yaşamla.

    Aybüke, Külsü Orman’ın evlerle donatılmış meydanında yine dua ediyordu. Bu kez tek başınaydı çünkü artık yerlilerin çoğu bu istekten ümidini kesmiş, kendi işlerine dönmüşlerdi. Öte yandan Aybüke sanki şu hayattaki son dileğiymiş gibi her gün karın yağışına tanık olmayı ve ona dokunmayı düşlüyor, imgeliyordu. Tanrı belki bu arzusunu yerine getirmiyordu ama o her uyuduğunda düşlerinde apak bir ormana geldiğini, karın yumuşak dokusunu duyumsadığını görüyordu. Düşünden sıyrılıp pencereden dışarıya bakınca her ne kadar kısa süreli bir düş kırıklığı yaşasa da yine de umudunu yitirmeden Tanrıya yakarmayı sürdürüyordu. 

    Genç kız duasını tamamladıktan sonra anneannesiyle yaşadığı küçük evine döndü. Anneannesi Abray Nine ona sıcacık çörekler hazırlamıştı. Aybüke çörek tabağını yanına alıp en sevdiği kitabını okumaya koyulunca anneannesinin çay koyduğunu fark etti. Birazdan çayını içip çörekleri de afiyetle yerken kitabın büyüsüne kapılıp âdeta zaman kavramını unutuverdi.

    “Aybükeciğim haydi yat artık,” dedi örgü örmeyi bırakan ninesi. “Ben de yatıyorum, geç oldu.”

    “Tamam anneanne,” diyen Aybüke kitabındaki son tümceyi okuyup kapağını kapadı ve odasına gidip yatağına yattı.

    Ertesi gün Aybüke uyandığında pencereden sızan akça ışığı fark etti. Bununla birlikte yatağında irkilip hemen ayağa fırlayan genç kız ormanın apak bir örtüyle kaplandığını görünce sevinçten havalara uçtu. Burada mecaz olduğunu düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Aybüke gerçekten havalanmıştı. 

    “Kızım ne oldu?” diye içeri giren Abray Nine kızı güleç halde havada süzülürken görünce şaştı kaldı.

    “Bak anneanne! Kar yağıyor,” dedi Aybüke, sonradan havada olduğunu fark edince o da anneannesi gibi bir tepki verdi. Ancak onlar daha sakinleyemeden evlerinin kapısı sertçe çalınmaya başladı. Abray Nine şaşkın yüzünü ifadesizlikle gizleyip kapıyı açtı.

    “Cadı!” diye bağırışlar duydu Aybüke. Besbelli anneannesi ortalığı yatıştırmaya ve durumu anlamaya çalışıyordu. “Senin torunun cadı! Meydanda büyü yaptı ve kar yağdırdı! O, Karyurdu’nun kraliçesi gibi bir şeytan! Ucube!”

    Aybüke anneannesinin onları içeri girmemeleri için oyaladığını anladı çünkü yaşlı kadın, “Aybüke burada değil! Torunum gitti!” diye onları kışkışlamaya çabalıyordu. Nitekim genç kız bunu fark edip hemen üzerini sıkıca giyindi ve odasının camından dışarı fırladı. Etrafındaki büyüleyici sessizliği ve aydınlığı duyumsayıp kara dokunan kız anneannesinin bağrışlarını işitince ardına bakmadan, koşa koşa Külsü Orman’dan uzaklaşmaya çalıştı. Biraz yol aldıktan sonra Aybüke birden duralayıp kendisini nelerin beklediğini düşünmeye başladı çünkü Sinsi Irmak’ın tarafına değil, aksine kuzeye doğru koşmuştu. Yani Ağılı Orman’a girmek üzereydi. Sinsi Irmak gibi birçok korkulu rivayetin konu olduğu ormana.

    “Bak sen şu yiğit kıza,” diye bir gürleme duydu. Aybüke, Ağılı Orman’ın girişinde duyduğu sesle birlikte kalakaldı, bir süre devinemeden neler olduğunu kavramaya çalıştı. “Yoksa sersem mi demeliydim?”

    “Kimsiniz?” diye seslendi genç kız. Ona yanıt olarak alaycı ve korkutucu gülüşmeler yükseldi Ağılı Orman’dan.

    “Kimmişiz! Hem ödlek hem aptal hem de cahil bu ya!” diye söylendi başkası.

    “Biz öcüyüz kızım, kaç git buradan!” dedi ilk konuşan ses ciddiyetle. Ancak ona karşın diğerleri alaylı biçimde gülmeye devam etti.

    “Siz nesiniz diye sordum!” diye bağırdı Aybüke. Birden kızın mavi gözleri buzsu bir renk aldı. Şimdi korkudan ve öfkeden yerinde duramıyordu, yine hafifçe havada süzülüyordu.

    “Biz... Ağaçsılarız... Ağılı Orman’ın ağaç insanlarıyız,” diye açıkladı içlerinden biri. Aybüke seslerin önündeki ulu ağaçlardan geldiğini anlayınca birazcık rahatladı. “Siz...”

    “Ağılı Orman tehlikelidir, sizi uyarıyoruz,” diye araya girdi başka bir ağaç. Hemen ardından derin bir sessizlik oldu ve Aybüke yaptıklarına inanamayarak ormana doğru yürüdü. O ilerledikçe başka ağaçlar fısıldaşmaya, onu yolundan çevirmeye çalıştı. Genç kız ise artık yolundan vazgeçmemeye kararlıydı. Buraya kadar geldiyse Ağılı Orman’ı geçip Karyurdu’na da varabilirdi.

    Aybüke, Karyurdu’nu yalnızca düşlerinde görürdü. Orası her zaman kış olan, farklı türden varlıkların yaşadığı bir yurttu. Ancak Ağılı Orman’ın ardında olduğundan kimse oraya gitmeye yeltenmezdi. Ağılı Orman’ın adı gibi zehirli olduğu, oradan geçenin bir daha dönemeyeceği söylenirdi. Genç kız şimdi ninesine ne olduğunu düşünürken geri döndüğü vakit diri diri yakılacağına emindi zira az önce yaptığı şeyler korkunç cadıların yaptığı şeylere benziyordu. Aksini kanıtlamasıysa pek zor olurdu.

    Külsü Orman’a göre epey karlı olan Ağılı Orman’da ilerleyen Aybüke az sonra genç ve yakışıklı bir oğlanın ona doğru geldiğini fark etti. Genç kız ondan hızla uzaklaşırken bunun ormanın büyülerinden biri olduğunu düşündü. Son okuduğu kitapta da yazdığı gibi Ağılı Orman oraya girene çekici görünen şeyleri sunardı. Neyse ki Aybüke bunu bildiğinden ona yaklaşan oğlandan kaçmış, ağaçların yükselen fısıltılarınaysa kulağını tıkamıştı.

    Sonraları aç düşen genç kız görkemli bir sofra gördü ancak yine Ağılı Orman’ın büyüsüne kapılmaktan sıyrılıp olabildiğince hızlı biçimde yol aldı. Aybüke az sonra bir müzik işitti ve kendinden geçtiğini sandı. Ancak bu da yine bir şaşırtmacaydı. Müziğin kaynağına gittiği vakit büyük olasılıkla onu korkunç bir şey karşılayacaktı. Kız buna da aldırış etmemeye çalışırken en sonunda yorgun düştü ve ormanın derinliklerinde, karın üzerine doğru bayıldı.

    Kısa bir sürenin ardından uyanan Aybüke bir yatakta yattığını fark etti. Duruma ayınca irkilip doğrulan genç kız hemen bulunduğu yeri terk etmeye davrandı. Ama o daha kapıya varamadan bulunduğu evdeki değişik varlıkları fark etti. Kısa boylu, buz mavisi giyimli cücelerdi bunlar. Kız onları görünce duraksayıp öylece kalakaldı.

    “Esenlikler!” dedi öndeki cüce çocuksu bir sesle.

    “Siz nesiniz? Kimsiniz? Ben neredeyim? Bırakın beni! Gitmem gerek!” diye bağrındı Aybüke. Cücelerse doğrulmaya çabalayan kızı sakinleştirmeye çalıştı. 

    “Biz Karyurdu Küçeleriyiz. Ormanda bayıldığınızı görüp sizi buraya getirdik,” dedi aynı Küçe. 

    “Küçe mi?” deyip düşünüyormuş gibi yaptı kız. “Bir dakika! Karyurdu’nda mıyım ben yani?”

    “Kuşkusuz öylesiniz,” dedi Küçe. Ardındaki Küçeler de başlarıyla onaylayıp ona gülümsediler. “Şimdi sizi kraliçeye götürmeliyiz. Karyurdu’na izinsiz girdiğinizden hesap vermelisiniz.”

    “Ne hesabı?” diye afalladı Aybüke. Küçelerin yüzündeki çocuksu gülümseme kayboldu ve yerini ciddi bir ifade aldı. Kız, boyun eğmekten başka çaresi olmadığını anlayınca onlara ayak uydurdu. Birlikte küçük evi terk ederlerken Aybüke etrafını inceledi. Kardan, buzdan ve taştan evler; çeşitli kuleler, tapınaklar; hepsine hükmedecekmişçesine bir yücelikle dikilen koca bir saray. “Oraya mı gidiyoruz Küçeler?” 

    “Evet,” dedi aynı Küçe. “Orası Karyurdu Sarayı, Buzul Ece ve Ayaz Ata’nın evi.”

    Genç kız büyülenmiş biçimde çevresini izlerken Küçeler onu bir arabaya bindirdiler. Arabayı çeken Buzatlar az sonra havalanarak Karyurdu Sarayı’na doğru uçtular. Aybüke’den şaşkınlık dolu nidalar çıkarken Küçeler onun şaşkınlığına bakıp gülümsediler. Pek zaman geçmeden kaleye vardılar.

    “Buzul Ece sizi bekliyor,” dedi Buzmanlardan -kraliçenin sadık buz korumaları- biri onlar arabadan inerken. Küçeler yanıt olarak başlarını sallayıp genç kızı Buzmanlara teslim ettiler. Buzmanlar kızı Karyurdu Sarayı’nın tepesindeki taht odasına getirdiler. Aybüke içeri girdiği anda buzdan oyulmuş tahtın üzerinde içtenlikle gülümseyen, masmavi buz kaftanı giymiş, teniyle aynı aklıkta saçlarıyla pek güzel olan kraliçeyi gördü. Başında kar taneleri biçiminde oyulmuş, buz ve gümüş arası bir renkle bezenmiş eşsiz bir taç vardı. Buzmanlar taht odasını terk edip ikisi baş başa kaldığında kadının yüzündeki gülümseme donuverdi.

    “Esenlikler olsun yüce kraliçem,” dedi Aybüke ne diyeceğini bilmez biçimde. Buzul Ece donuk yüzüne yapmacık bir gülümseme kondurunca doğru bir şey demiş olduğunu düşünüp rahatladı.

    “Aybüke,” diye fısıldadı kadın. Tahtından kalkıp odada dolaşmaya başladı. “Karyurdu’nda ne işin var?”

    “Ben... niçin kraliçem? Hem siz beni tanımıyorsunuz ki.”

    “Senin buraya gelmen yasak Aybüke! Şimdi, buradan ayrılana kadar Yündanlarda kalacaksın!” diye bağırdı kadın. Aybüke kraliçenin dil bilgisi hatası yaptığını sanarak, “Zindan mı demek istediniz?” diye sordu. Buzul Ece ona korkutucu biçimde baktı. Aybüke olduğu yerde pustu.

    “Götürün şunu!” Genç kız Yündanlara gidince kadının yanılmadığını anladı. Burası Karyurdu Sarayı’nın tepesinde, göğe açılan bir zindandı.

    “Bırakın beni!” diye âdeta sonsuzluğa bağıran kız gece vakitleri pes ederek öylece dışarısını izlemeye başladı. Umarsız olmasına karşın cadımsı güçleri de onu terk etmiş gibiydi. 

    “Yemek!” diye bağırdı kraliçenin sadık Buzmanlarından biri. Aybüke, “İstemem!” diye bağıramadan Buzmanın sesi kesildi. Kız bir aksilik olduğunu fark edip kapıya dönünce adamın bayılıp yere yığılmış olduğunu gördü. Onun hemen ardından da Küçelerin orada olduğunu gördü. Önlerindekinin elindeyse koskoca bir açkı duruyordu. Bu Yündanın kapısını açıyor olmalıydı.

    “Küçeler... burada ne arıyorsunuz? Buzul Ece yakalarsa sizi mahveder!” diye feryat etti Aybüke. Küçeler ise bir yandan Büyüemer Kapıyı kurcalarlarken bir yandan da kızın susmasını işaret ediyorlardı. Sonunda Büyüemer Kapı açılınca kız oradan hemencecik çıktı ve Küçeler onu gizlice Karyurdu Sarayı’ndan çıkardılar. “Nereye gidiyoruz?”

    “Bizim sığınağımıza, sizi ilk götürdüğümüz yere,” dedi Küçelerden biri. “Siz sormadan söyleyeyim: Buzul Ece’nin zulmünden bıktığımızda yapmıştık orayı. Gerektiğinde saklanmak için.”

    “Ama Karyurdu Sarayı’na öylece girebildiğinize göre kraliçe için çalışıyor olmalısınız.”

    “Doğru,” dedi aynı Küçe. “Ayaz Ata onun denetiminde değilken öyleydi. Ancak artık biz de bıktık onun buyurganlığından ve onun yerine gelecek olan için çalışmaya karar verdik.”

    “O kim?” dedi Aybüke, bir yandan da sığınak evin camından dışarıyı gözetliyordu.

    “Sizsiniz,” dedi Küçe. Genç kız ardını dönüp ona şaşkınca baktı. “Buzul Ece ötekileri yurdundan uzak tutmak için Ağılı Orman’ı büyüledikten sonra kendi de o büyünün mahkûmu oldu. Ağılı Orman’daki çekici bir ötekiden gayrimeşru bir kızı oldu, yani siz. Sonra Ayaz Ata’yı -kral kocasını- büyüleyip, sizi de bu yurttan uzağa sürükleyip Karyurdu’nun tek ve kalıcı kraliçesi oldu.”

    “Siz... ne diyorsunuz Allasen? Hem öteki dediğiniz ne? Ayaz Ata’yı nasıl büyüler?” diye ardınca sordu kız.

    “Buzul Ece insanlardan öteki diye söz eder. Ancak siz babanız gibi bir öteki değilsiniz, Buzul Ece gibi bir cadısınız. Bunu siz Ağılı Orman’ı sağ geçebildiğinizde anladık ancak emin değildik. Kraliçe sizi tutsak ettiğinde tamamen emin olmuş olduk ve sizi oradan kurtardık ki onu devirip Karyurdu’nun gerçek kraliçesi olun. Siz onun gibi nefsine kapılan beceriksiz bir cadı değilsiniz,” diye bitiren Küçe ona güleç bir ifadeyle baktı. 

    “Ya Ayaz Ata ne olacak, ben kraliçe olursam?” diye sordu Aybüke.

    “Ayaz Ata’yı bu düş dünyasından tek siz kurtarabilirsiniz. O sizi anlayacaktır,” dedi Küçe. Dışarıda hareketlenme ve kargaşa başlıyordu. Bunu fark eden Küçeler ve Aybüke birden tedirginliğe kapıldı. Kızın kaçtığı haberi yayılmış olmalıydı. “Ayaz Ata’yı bulmalıyız!”

    Hemencecik sığınağı terk edip kargaşanın arasından sıyrılmaya çalıştılar. Karyurdu Sarayı’na kaçak biçimde gidip, Ayaz Ata’nın odasını bulup onu bu büyüden Aybüke sayesinde kurtaracaklardı. Nitekim kaleye varınca Buzmanların arasından sıyrılıp güçbela Ayaz Ata’nın odasını buldular. Hemen içeri girdiklerindeyse hepsi donup kaldı. Karşılarında onlara alay ve kibirle gülümseyen Buzul Ece vardı.

    “Hoş geldiniz!” dedi kraliçe dramatik biçimde. “Yapman gereken en akıllı şey Karyurdu’nu terk etmek olurdu kızım. Buzmanlar!”

    Küçeler zorla tutuklanıp Yündanlara götürülürken Aybüke ise Sinsi Irmak’ı gören geniş bir salona götürüldü. Şimdi kraliçe ve onun yardakçı kurulunun karşısındaydı. Suçlanıp cezası verilecekti besbelli.

    “Suçum ne?” diye ağlayarak sordu genç kız. “Anne!”

    Buzul Ece ifrit görmüş gibi oldu. Kurulundaki yardakçıları sessizliğe bürünürken o patlamaya hazırlanan bir yanardağ gibiydi. Kızın dibine girdi ve ona iğrenircesine baktı. O daha bir şey diyemeden Sinsi Irmak’tan bir şey fırladı. Bir Abra!

    “Kızımı rahat bırak pislik!” diye Abranın üzerinden bağıran Abray Nine salona daldı ve altındaki yılansı yaratıkla bütün salonu yerle bir etti. Kraliçenin gözleri ilk kez korkuyla doldu. Ancak acıma beklediğini dile getirmedi ve onlara yem olmamak için yüksek kulenin tepesinden ırmağa doğru atladı. Bir daha onu gören olmadı.

    Aybüke ise ninesiyle birlikte Ayaz Ata’yı buldu. Sonra kız onu büyüden arındırıp her şeyi anlattı. Ertesi gün Aybüke, Karyurdu’nun kraliçesi ilan edilirken elini özlemiyle yanıp tutuştuğu kara götürdü. Güleç kraliçenin yanı sıra Ayaz Ata da gönenç dolmuş gibiydi. Sonunda görevine kaldığı yerden devam edecekti: Yardım isteyenlere yardım dağıtacaktı. Gerek bacadan gerek kapıdan girerek.

    Sözün özü kendi soyunu yüceltip kırma büyücü olan kızını yabana atan cadı kraliçenin ardından ötekiler ve buz insanları birlik oldu. Bir daha da ne insanlara öteki ne buz insanlarına ucube denmedi ve kimse kimseyi ötekileştirmedi.


- Ozan Mergen -

    




Yorumlar

Popüler Yayınlar