OSMANLI'DA SEKİZ KUŞAK
Güz mevsiminde İstanbul Sarayı eşsiz bir görkeme kavuşurdu. Tüm avlular, Hasbahçe ve sur-
lar kızılca yaprakların nadide suretiyle bezenir; yeryüzünde kızıl bir cümbüşe yol açardı. Sultan-
lar bu zamanda, efil efil esen yellerin huzurunda dolaşmaya bayılırlardı. Nitekim en büyük tartış-
malar da güzün gerçekleşirdi. İstanbul Sarayı’nın o yüceliği, görkemi ve eşsizliğine karşın hane-
dan içerisindeki taht kavgaları, çekişmeler buranın tuzu biberi olurdu. Sanki bu saray yaşamın
bir aynası gibiydi: Tanrının bizlere verdiği armağanlara karşı içimizde yeşerttiğimiz kıskançlık,
hırs ve bencillik gibi duygular da bunun kanıtıydı. Hiçbir zaman böylesine görkemli bir yerde
mutlak barış ve huzur sağlanamazdı.
Osman Han şimdilerde İstanbul Sarayı’nda, yeni cariyesi Dilay Hatun ve validesi Hatice Sultan
ile mutlu mesut yaşarken ilk hasekisi Safiye Sultan, çocuklarıyla Manisa Sarayı’nda; ikinci haseki-
si olan Nuran Sultan da şehzadesiyle Amasya Sarayı’ndaydı. Manisa Sarayı tahta giden yolda en
önemli sancaklardan biri olduğundan Safiye Sultan oraya Şehzade Mehmet ve Mahpeyker Sul-
tan’la giderken başta hünkârından ayrı düşeceğinden yüksünse de sonradan Mehmet’in iktidarı
için bunu epey önemli bir adım olarak bulmuştu. Hem Dilay Hatun hünkârının koynuna girince
Nuran Sultan’ı olduğu gibi Safiye Sultan’ı da gözü görmez olmuştu Osman Han’ın. Nitekim saray-
da nice aşklar bitmiş, yerine yenileri gelivermişti. Bundan keder duyan Safiye Sultan da sonraları
bu durumu kanıksamış ve çocuklarının geleceği için çabalamaya adamıştı kendini.
Nuran Sultan Amasya Sarayı’ndaki odasında oturmuş kahvesini yudumluyordu ki kapı çalındı.
Az sonra içeri giren ulağın elinde bir parşömen vardı. Nuran Sultan bunu görünce hevesle yerin-
den kalkıp adamın elinden kâğıdı kaptığı gibi okumaya başladı: “Nuran Sultan’ım, hünkârımız
Osman Han Hazretleri ne yazık ki Hakk’ın rahmetine kavuştu. Sizlere bu hadiseden ötürü sabır
diliyoruz.”
Nuran Sultan elindeki parşömeni kenara koyduğunda yüzünde sinsi bir gülümseme peyda ol-
du. Zira bu onca zamandır tasarladığı ve arzu ettiği bir hadiseydi. Nitekim hünkârının koynuna
soktuğu cariye Dilay Hatun onun isteğini yerine getirebilmiş, Osman Han’ı başarılı bir biçimde
zehirleyip işini halletmişti. Nuran Sultan bu hatuna Osman Han’ı başarılı bir biçimde öldürür ve
sağ kalmayı başarırsa onu Şehzade Ali’nin cariyesi ve hasekisi yapacağını söylemişti. Dolayısıyla
Şehzade Ali’yi tahta geçirip Valide Sultan olacaktı Nuran da. Artık bunun için harekete geçmeliy-
di.
“Hüsrev Ağa?” diye seslendi Nuran Sultan. Hemen içeri şişmanca bir adam giriverdi. Adam say-
gıyla eğildikten sonra, “Buyurun Sultanım,” dedi.
“Harekete geçme zamanı,” dedi Nuran. “Manisa’daki yandaşlarıma haber ver. Her şey tahayyül
ettiğimiz gibi olsun. Zinhar bir aksilik istemiyorum Hüsrev. Ayrıca da İstanbul için hazırlıklar
başlasın. Bir an evvel yola çıkmamız gerek.”
“Siz nasıl buyurursanız Sultanım,” deyip odayı terk etti Hüsrev Ağa.
Manisa’da ise Osman Han’ın ölüm haberi herkesi perişan etmişti. Safiye Sultan ve Mahpeyker
Sultan her ne kadar kedere boğulmuş, gözyaşı dökmüşse de dahasına mahal vermediler zira ön-
lerinde bir ölüm kalım savaşı vardı. Bir an önce İstanbul Sarayı’na gitmeli ve Nuran Sultan’dan
evvel davranmaları gerekirdi. Aksi takdirde tahta Şehzade Ali geçer ve Şehzade Mehmet başta ol-
mak üzere hepsinin kellesi giderdi.
“Hazırlıklar başlasın Hilal Kalfa,” dedi Safiye Sultan.
“Emredesiniz Sultanım,” diyen kalfa odayı terk etti.
“Nuran Sultan için bir hazırlık yapmayacak mısınız validem?” diye sordu Mahpeyker.
“Sen merak etme Mahpeyker’im,” dedi Safiye dingin bir sesle. “İbrahim Paşa onun icabına ba-
kacaktır.”
“Nasıl bu kadar emin olabilirsiniz validem?” diye sorup ayaklandı Mahpeyker Sultan. “İhanet
etmeyeceği ne malum?”
“Mahpeyker!” diye payladı onu Safiye Sultan. “Mevzu bahis olan Sadrazam İbrahim Paşa. Bize
her daim sadık kalan İbrahim Paşa.”
“Yine de teyit etmek istedim validem, bir aksilik çıksın istemem,” dedi Mahpeyker.
Ertesi gün Manisa halkı yola revan olacaktı. Şehzade Mehmet, Mahpeyker Sultan ve valideleri
aynı arabaya doluşup kafilenin hareketlenmesini bekliyorlardı. O esnada Safiye Sultan’ın aklına
biriciği Nur Sultan düşüverdi. İlk göz ağrısı Nur Sultan İstanbul Sarayı’ndaki o meşum yangında
hayatını kaybetmiş, ağalar o müstesna güzellikteki kızın yalnızca kemiklerini bulabilmişti. O gün-
den sonra Safiye Sultan uzunca bir süre düzelememiş ve gördüğü dehşet verici manzarayı unu-
tamamıştı. Yüreğindeki sızı da hiç dinmemişti.
“Validem iyi misiniz?” diye sordu Şehzade Mehmet. Pek civan bir delikanlıydı Şehzade. Yete-
nekli, becerikli ve epey bilgiliydi. Şimdiden Batı lisanlarına hâkim, kılıç ve okta da oldukça iyiydi.
“İyiyim aslanım,” dedi validesi ancak yaşlı gözlerinin ardındaki derdi, tasayı evlatları duyum-
sayıvermişti. Ancak Mahpeyker de Mehmet de bu konuyu açıp validelerinin yarasına tuz basmak
istemedi.
Arabalar hareketlendi, fersahlarca yol alırken de uzunca bir zaman geçti. Şehzade Mehmet ve
Safiye Sultan da yolun rehavetine kapılıp uykuya daldı. Mahpeyker ise öylece camdan karanlık
göğe bakıyordu ve birden araba durakladı. Atlar huzursa kıpırdanırken gürültüler peyda olmaya,
bağrışlar kopmaya başladı.
“Neler oluyor?” diye bağırdı Mahpeyker Sultan ancak cevap veren olmadı. Kız hemen abisini ve
annesini uyandırdı. “Validem! Şehzadem!”
“Mesele nedir Mahpeyker’im?” diye sükûnetle sordu Safiye Sultan. Birazdan o da gürültüyü
işitince tedirginleşti ve arabacıya bağırdı. “Neden durduk?”
“Validem kaçalım,” dedi Mahpeyker. “Ne olur!”
“Ben bir bakayım,” dedi Şehzade Mehmet ve arabadan çıktı. İkisi ardından feryat etti ancak
dinletemediler. Sonradan Mahpeyker de dışarı fırladı. Korkunçtu. Kafilenin önü kesilmiş ve her
yer saldırganlarla doluydu. Kız bunu görünce hemen validesine haber vermeye davrandı ancak
arabayı çevreleyen haydutları görünce telaşlanıp ormana doğru sessizce koştu. Tek bir ses çı-
karmadan öylece bekleyen Mahpeyker Sultan uyuyakaldı.
“Hatun!” diye bağırışlarla uyandı Mahpeyker. Şimdi giysisi çamura bulanmış, kumral saçları
kirlenmişti.
“Ne oluyor? Siz kimsiniz?” deyip fevrileşti Mahpeyker. Geceki olayın ardından saatler geçmişti.
“Biz tüccarız. Manisa’ya gidiyoruz. Asıl sen burada ne yapıyorsun hatun?” diye sordu adam.
“Ben...” diye gevelerken yalan düşündü Mahpeyker. “Manisa’ya gidiyordum.”
“Atla o zaman hatun,” dedi adam ve kızı bir arabaya soktular. Arabadaki yaşlı kadın, “Merhaba
kızım,” dedi. Sultan kibarca karşılık verdi. Ardından örtülü yaşlı kadın, “Hayırdır kızım?” dedi.
“Ben...” diye kekelemeye başlayan Mahpeyker’e, “Sus, yorma kendini,” dedi yaşlıca kadın ve kı-
zın elini tuttu. O anda yaşlı kadının göz bebeği kayboldu, gözleri bembeyaz oluverdi. Sultan başta
irkilip geri çekilse de kadın elini sıkıca tuttuğundan elini geri çekemedi. “Mahpeyker Sultan, Ve-
nedikli Safiye Sultan’ın ikinci kızı, sekiz kuşaktır doğan ilk kız veliaht.”
“Nasıl?” diye kekeleyerek sordu kız.
“Sultanım,” dedi yaşlı kadın. “Osmanlı kurulduğundan beri kız veliaht doğmamıştır. Bir inanışa
göre her sekiz kuşakta bir kız çocukları doğar. Erkeklerin kılıçla, kızlarınsa ilimle bu devleti daim
edeceğine inanılır.”
“Nasıl yani?” diye sordu Mahpeyker Sultan.
“Sultanım adınız neden Mahpeyker bilir misiniz?” diye sordu yaşlı kadın. Sultan cevap verme-
yince devam etti: “Sekiz kuşakta bir dolunaylı gecede kız çocukları doğar. İşte siz de öyle bir ge-
cede dünyaya geldiniz. Size ‘ay yüzlü’ anlamında Mahpeyker adı verildi ve bu veliahtlara bir güç
bahşedildi. Ancak ne diye sormayın zira bu kadarını bilmem pek mümkün değil, bu kudreti İs-
tanbul Sarayı’nda arayın.”
Mahpeyker Sultan bu sözlerin ardından haftalarca Manisa’daki ıssız yerlerde kaldı. Manisa Sa-
rayı’ndan uzak ve kimliği saklı biçimde yaşadı zira annesi ve abisinin başına gelenleri bir daha
yaşayamazdı. Hem onlara ne olduğunu bile bilmiyordu. Ayrıca ne yazık ki çoktan tahta Şehzade
Ali geçmişti ancak her ne kadar İstanbul’dan uzak kalması gerektiğini düşünse de yaşlı kadının
dediklerini aklından çıkaramıyordu.
En sonunda Mahpeyker kaçak biçimde İstanbul’a gitti ve kimliğini, görünüşünü tamamen de-
ğiştirerek İstanbul Sarayı’na satılan bir köle olarak Harem’e girdi. Valide Hatice Sultan’ın da oğ-
lunun ardından ölümüyle onun odasını ve yönetimini alan Nuran Sultan’ın gözde cariyelerinden
olmayı başaran Mahpeyker kendini herkese Mostarlı köle Gabriyela olarak tanıttı. Harem’deki
eğitim ve kalfalığa yükselmesiyle İstanbul Sarayı’ndaki kütüphanelere girer oldu ve yaşlı kadının
anlattıklarıyla ilgili bilgiler buldu. Söylenene göre İstanbul Sarayı’nda bulunan gizli bir odaya
bağlanıyordu bütün bu rivayetler.
Sonraları bir gün Mahpeyker bu güç zırvalığından ümidi kesince Nuran Sultan’ı öldürmeye te-
şebbüs etti ancak ifşa olunca köşe bucak kaçtı ve en çaresiz anında bu gizli odayı keşfetti. Duva-
rın ardına saklanmış bu odaya vardığında ortalık yerde zümrüt bir yüzük buldu. Yüzüğü Parma-
ğına geçirip Manisa’daki günlerini düşleyince birden yüzük parladı ve Mahpeyker yere yığıldı.
Uyanıp da odadan çıktığında aranmadığını anladı ve Harem’e döndü. Herkes ona yabancıymış gi-
bi bakıyordu. Oysa bir şeylerin değişmiş olduğunu hissediyordu. İşte Osman Han’ı görmesi de
buna işaret olmalıydı. Öldüğünü bildiği babası sapasağlam buradaydı.
Mahpeyker Sultan sonunda bir şekilde zamanda geriye gittiğini anlayınca babasının öldüğü za-
manlarda olduğunu anladı ve babasını öldürecek olan her şeyi engellemeye çalıştı. Ancak ne yap-
tıysa olmadı ve Dilay denen o yılan babasını öldürmeyi becerdi. Mahpeyker de hemen Manisa’ya
gitme kararı aldı. Hem Harem’de göze battığından buradan kaçması onun olurunaydı. Nitekim
öyle de yaptı. Manisa’ya gitti ve o geceki bozgunla karşılaştı. Abisini görünce ona doğru koştu ve
tanınmaz halde olduğunu bilse de onu ormana doğru sürükledi. Şehzade Mehmet’e olanları an-
latınca her şey ona başta saçma gelse de Mahpeyker yeterli kanıtı sununca abisi ona inandı.
Sonraları Şehzade Ali’nin tahta geçmesiyle abi ve kardeş Manisa’da saklanmaya karar verdi.
Uzunca bir süre geçince İstanbul’a gittiler ve İbrahim Paşa’yla gizlice görüştüler. Yeni padişahın
da sadrazamı olan İbrahim Paşa Şehzade Ali’yi, Mahpeyker ise Nuran Sultan’ı öldürmeye dav-
randı. İbrahim Paşa’nın hamlesi başarılı olunca çılgına dönen Nuran’ı İstanbul Sarayı’na giren
Şehzade Mehmet ve Mahpeyker Sultan zindanlara attırdı. Tahta geçen Mehmet’in ardından Mah-
peyker zindanlardaki Nuran’ı erinç ve gönenç içerisinde ziyarete gitti.
“Bulmuşsun onu,” dedi saçını öfkeden yolmuş, giysilerini parçalamış olan Nuran Sultan.
“Neden bahsediyorsun sen?” diye sordu Mahpeyker derin bir nefretle.
“O yüzüğü ilk ben kullanmıştım biliyor musun? Yangının olduğu gece o odayı buldum ve yüzü-
ğü taktığımda annemin gençliğini hayal ettim. Sonrasında kendimi yaklaşık otuz yıl öncede bul-
dum. İnanır mısın annemiz Safiye Sultan’ın bir köle olarak saraya geldiği zamanlardaydım ve ben
de onun gibi bir cariye oldum. Annemle ben babamın baş hasekileri olduk. Evet, annem olduğu-
nu bile bile ve hünkârımızın da öz babam olduğunu bile bile bu yüzüğü kaybedip geri dönüşü
bulamayınca yeniden bir sultan olmak için çabaladım. Annemle hünkârımızın olmak için çatış-
tım! Ne yazık ki hakikat bu, ben Nur’um.”
“Bu imkânsız,” dedi Mahpeyker. “Annem onun kemiklerini bulduklarını söyledi.”
“Koskoca Sultana ve Padişaha kızınızı bulamadık demek ne demek sence? Kellelerinin gitmesi
demektir. Elbette ki böyle bir oyun edeceklerdi ölmemek için,” dedi Nuran. “Bizim dünyamızda
hayatta kalmak için yalan da söylersin, babanın cariyesi de olursun Mahpeyker.”
Mahpeyker ondan iğrenircesine Nuran’a baktı ardından yüzüğü takıp zamanda kayboldu.
- Ozan Mergen-
Yorumlar
Yorum Gönder