ÖZGÜRLÜK

   ‘’Evet, kararımı verdim, artık buna bir son vereceğim. Yeter artık, bir şey de benim kontrolümde olsun. Hiçbir şeyi başaramadım, hiçbir şeyi doğru düzgün yapamadım, hiçbir şey istediğim gibi gitmedi. Hayatımın ne zaman son bulacağına karar vermek benim hakkım. Tanrım, üzgünüm Tanrım! Bu ruh bu bedende yaşayamadı, bedenim ruhumu taşımakta zorlanıyor. Ben de bedenimi devre dışı bırakıyorum, üzgünüm.’’

   Gülce bunları aynanın önünde saçlarını keserken söylemişti. Ne zaman stresli bir işe kalkışsa önce saçını keserdi. Bu, bir nevi kendini hazırlama süreciydi. Saçlarını keserken birçok şey düşünür, kendiyle konuşur, karar verirdi. Tam olarak ne yapacağını belirlemek için saç kesme rutini harika bir şeydi onun için. Aslında kendine biraz daha süre vermişti. Belki de saçlarını kestikten sonra intihar etmekten vazgeçecekti. Ama öyle olmadı. Kararından emin bir şekilde işini bitirdi.

     Mevsimlerden sonbahardı; hasat mevsimi, hüzün mevsimi, özlem mevsimi… Gülce için de hüzünlü bir hayatın son bulacağı mevsim. Oysaki mevsimlerden en çok sonbaharı severdi. Eylül 1 dedi mi takvim yaprakları, Gülce deli dolu heyecan içinde etrafa gülücükler saçardı. İçindeki çocuk kımıldadıkça Gülce de bir o tarafa bir bu tarafa koşmak isterdi, yaşamak isterdi. Sahi neden böyle oldu bu sonbaharda, sonbaharın yaprakları gibi Gülce neden bir dala tutunamamıştı da esen küçük bir rüzgarda dalından kopup gitmişti? Tüm gücüyle esen rüzgarda savrulan bir kağıt parçası gibiydi. Kendini yaprakları dökülmüş, dalları çarpıklaşmış, tüm çıplaklığıyla ortada kalan ağaçlar gibi hissediyordu. Üşüyordu,  her şeyin farkında olduğundan dolayı üşüyordu. Titriyordu, içindeki bedenine sığmayan ruhunun etten, kemikten duvarları parçalayıp dışarı çıkma isteğinden dolayı titriyordu. Bütün bu gürültü, özgür olmak isteyen ruhunun çığlıklarından kaynaklanıyordu. Ruhu bedeninden kurtulduğu zaman, en az ruhu kadar Gülce de özgür olacaktı. Beden özgürlüğünün ruh özgürlüğüne bağlı olduğu bu dünyada yaşamak artık ona zor geliyordu. Ruhu çıkmadan insan özgür olamıyordu. İnsanlar özgür olma yanılgısı içinde, özgürlük tanımlarından bahsediyorlardı. Gülce’ye göre ise özgürlük bir safsatadan ibaretti. Konuşmaya devam etti:

    ‘’Özgürlük mü?

     Özgürlük adı altında boynumuza geçen halkalar

     Özgürlük adı altında bileklerimize geçen kelepçeler

     Özgürlük adı altında kapatıldığımız güneş görmeyen hücreler

   Bana özgürlükten bahsetmeyin, özgürlük yanılsamadan ibaret. Bu dünyada yaşarken özgür olduğumuz tek bir yer yok!’’

    Bu sözleriyle çağa başkaldırıyordu, bütün düzenlere başkaldırıyordu. Gerçekten yok muydu bu dünyada yaşarken özgür olduğumuz bir yer? Hakikati öğrenmek için biraz daha düşünmeliydi. En azından bedenimizin değil de ruhumuzun özgür olacağı bir yer olmalıydı. Sonbahar günlerinde yapmayı en çok sevdiği şeyi yapmaya karar verdi: Yürümek, yürümek ,yürümek… Yürümek Gülce için sadece bir fiziksel aktivite değildi. Fiziksel olduğu kadar da ruhsal ve psikolojikti. Yürürken düşünmekten adımlarını kontrol edemezdi. 
Hızlandığının farkında bile olmazdı. Beyninde on dakikaya bile o kadar çok şey sığdırırdı ki… Düşünceleriyle bir savaş verirdi adeta. Görünmez bir harp alanı, görünmez atlı askerler, kazanma hırsıyla gözü dönmüş bir komutan ve karşı cephede sadece Gülce. Beyninin içinde verdiği savaşların sonucu her yürüyüşünde farklı olurdu. Amansız bir yarayla ölürdü, attan düşürülerek ölürdü, kılıçtan geçirilerek ölürdü, sırtına ok saplanarak ölürdü, uzuvlarını kaybederek ölürdü, bazen teslim olurdu ama yine de idam edilirdi; başı kesilerek ölürdü. Zihni bu kadar karanlıkta işte. Son kez yürümek istedi. Sonbaharda görüntüsüyle muhteşem olan vadiye gitti. Yürürken göğe bakmaktan kendini alamıyordu. Başını kaldırarak nefes almayı çok severdi, belki de yaşadığını hissettiği için seviyordu. Bulutlara baktı, bulutlar bugün gözüne bir farklı geldi. Sonbahar havası işte, bulutları bile değiştiriyordu. Bulutlara bakarak neye benzediklerini zihninde hayal etmeye çalıştı. Bazen bir hayvan, bazen bir tablo, bazen bir insan heykeli görürdü. Bulutların gizemini çözmeye çalışmak istermiş gibi uzun uzun baktı. İçten içe ilahi bir işaret bekliyor gibiydi. Bulutların içinde çocukluğunu görür gibi oldu. Beyninde şimşekler çaktı ve çocukluğunu hatırlamaya, film seyredermiş gibi çocukluğunu bulutların içinde izlemeye başladı. İçinden konuşmaya devam etti:

      ‘’Çocukken özgür müydüm? Ya da çocuk olduğum için mi hayat bana yaşanılır ve güzel geliyordu? Büyüyünce bu kadar değişmem hiç adil değil. Kendimi o küçük kız çocuğuymuş gibi hissedip yaşasam belki de özgür hissedeceğim. Ya da ruhum özgür olsun en azından gerisini bir şekilde hallederim. Halledebilir miyim?’’ 

      Aklına bir anda Hayat/Ölüm/Hayat doğası geldi. Tekrardan dirilebilmek için önce ölmek gerekiyordu. Bombalanmış şehirde yıkılan binalar gibi çökmüş, çoktan ölmüştü Gülce. Fakat bu bedenin ölümü değildi! İç doğasının ölümüydü. Bir an önce iç doğaya dönüş yapmalı; kaldığı yerden, yıkıntıların arasından, devam etmeliydi. Bundan sonra vereceği mücadele dirilebilmek için olmalıydı. Çünkü 2.Hayat onu bekliyordu. Ruhunun sancısı da aslında bunun içindi. 2. Hayat’taki özgürlüğü içindi. Eskiden düşünceleri onu uçuruma sürüklerdi ama bu sefer atlamasına adımlar kala düşünceleri onu kurtarmıştı. Eve dönmeye karar verdi, hava kararmaya başlamıştı. Açlık, susuzluk ve uykusuzluk hissetti. Evinin önüne gelene kadar gece tüm şehre hakim olmuştu, gökte Ay yükselmişti. Ay’a baka baka yürümeyi de seviyordu. Yapay ışıkları hiç sevmezdi ama Güneş sayesinde bembeyaz tepsi gibi parıldayan mistik Ay’a bakmak, Ay ışığında yürümek ona huzur veriyordu. Şimdi de yüreği huzurla dolmuştu. İlahi bir işaret beklemesine gerek yoktu artık. Mistik Ay onu etkisi altına almıştı. Sonra birden içinden dua etmek istedi:

     "Tanrım ben kendimi affettim, sen de affet. Tanrım çok ihtiyacım var affedilmeye. Tanrım dirilebilmem için gerekli gücü kalbime yerleştir. Bedenimi ve ruhumu bana hediye eden Tanrım affet beni!"

-Anna-




Yorumlar

Popüler Yayınlar