EY MİRİM
1 Ocak 1941
Al Hatun ocağa odun atarken bir yandan da pencereden, yağan eşsiz karın süzülüşünü izliyordu. Mutfakta kaynayan çayın fokurtusu, dışarıdaki karın getirdiği sessizlikten doğan büyüyle Al Hatun küçük barınağında, ormandaki bu ufak evde huzurlu sayılabilecek biçimde yaşayıp gidiyordu. Bir de yüreğindeki özlem acısı olmasa hiçbir şey istemeyecekti tanrısından. Ancak şu kış zamanı yüreğindeki kor alevlenmiş, sevdiceğine olan aşkı da körüklenivermişti. Neyse ki sevdiceği, gözünün nuru onu 1 Ocak’ta ziyaret edeceğine söz vermiş; Al Hatun da bundandır çayı koymuş, su böreğini hazır eylemişti. Al Hatun gözü yağan karda, kendisi ocağın önünde ısınıverirken sonunda kapısı tıklatılmıştı. Gelen elbette ki biricik sevgilisiydi. Delikanlı askerden aldığı izni sevgilisini görmek, onunla özlem gidermek için kullanacaktı elbette.
“Ah, mirim! Sevdiceğim! Buğra’m, hoş gelmişsin!” deyip Al Hatun sevdiceğine sımsıkı sarılıp onu içeri buyur ederken Buğra’da aynı içtenliği ve sevgiyi göremeyince şaşaladı, duraksadı. Ters giden bir şeyler vardı sanki ancak bu buluşmayı, onca zaman sonraki görüşmelerini yabana atamaz, mahvedemezdi; o yüzden bozuntuya vermeden sevdiceğini en iyi biçimde ağırlamaya çalıştı.
“Hoş buldum Al’ım,” deyip yüzüne yapmacık bir gülümseme konduran Buğra pek konuşmadı. Al Hatun ona su böreği, çay, şekerpare ikram etti ve karşılıklı onları yiyip oturdular, yer yer söyleştiler. Sonra Buğra o gece orada yattı ve ertesi gün ailesini de ziyarete gideceğini söyleyerek ormandaki bu yalnız evi terk etti. Al Hatun sevdiceğinin durumundan kuşku duysa da bunu delikanlının yorgun oluşuna yorup pek irdelemeden kapadı konuyu.
Öğle vakti kar hepten hızlanmış; yerler, saçaklar apak oluvermiş ve dışarıda eşsiz bir erinç peyda olmuşken Al Hatun da bu nadide havanın tadını çıkarmak için dışarı çıkmaya karar verdi. Üzerini sıkı sıkı giyinip kapıdan dışarıya doğru atıldı. Önce karın içinde huzurla gezip karla oynarken az sonra ötedeki göle kadar geldiğini fark etti. Gölün etrafında birkaç ev vardı ancak dışarıda bu görkemli havanın tadını çıkaracak hiçbir âdemoğlu yoktu onun dışında. Gerçi Al Hatun bundan rahatsız değildi; tek başına bu gölün kıyısına gelir, sevdiceğine yazdığı şiirleri sesli sesli bu göle karşı haykırırdı. “Ey mirim, ey gökçe gözlüm, / Kor alev gibi yüreğimi yakan közüm,” diye başlardı şiirlerine Al Hatun. O gün de böyle başlamıştı şiirine ancak bitirmek nasip olmamıştı çünkü o anda gözlerini bulandıran, yüreğini yakan bir görüntüyle sarsılmıştı. Miri, sevdiceği, gözünün nuru başka bir kadınla epey samimi biçimde kayın ağacının ardındaki evden çıkıyordu. İşte o zaman gerçekler dank etmişti Al Hatun’a. Besbelli aldatılıyor, o da aldanıyordu bu sahte sevilerine.
Al Hatun hıçkırıklar içerisinde evine doğru koşarken yer yer sendeledi ancak düşmeden evine vardı. Kapıyı hızla ardından kapayınca öylece yere çöktü. Gözleri ağlamaktan şişmiş, elleri tırnak geçirmekten mosmor oluvermişti. Al Hatun gözünü açtıkça o görüntüyle karşılaşıyor, her görüşünde de yeri ve göğü inletecek biçimde haykırıyordu. Ancak ne ağlaması ne de bağırması işe yarıyordu. Yüreği öyle yanıyordu ki kalbini söküp atmak, gözleri öyle acıyordu ki onları yuvasından çıkarmak istiyordu.
Al Hatun öfkeli solumalar eşliğinde evini talan ediyor, acısını dindirecek bir merhem arıyordu âdeta. Ayakyoluna gelince Al Hatun’un yüzünde sakin ancak bir o kadar da korkunç bir gülümseme oluştu. Her baktığı yerde sevdiceğinin onu aldatışını görürken önündeki tuz ruhu şişesini görünce ilk kez o korkunç anı gelmedi gözünün önüne. Kurtuluşu bulmuş gibi sevinçle gürledi.
Al Hatun şişeyi açtığı gibi gözlerini pörtletti ve tuz ruhunu gözlerine boca etti. O anda muhteşem bir acı duydu ve kurt misali uludu, haykırdı; yere yığılıp etrafı yumruklamaya, yanan gözlerini yuvasından çıkarmaya davrandı. Artık hiçbir şey görmeyen gözlerinden kan aktığını fark edince Al Hatun çığlıklar atarak ağlamaya, tepinmeye, kendine zarar vermeye başladı. Ancak sonra durulunca düşündü ve sevdiceğini elinden alan o iblisi öldürmeyi kafasına koydu. Onun için öyle bir ölüm hazırlayacaktı ki kız bir an önce ölmek için çığlıklar atarak yalvaracaktı.
Ocak geçti, şubat geçeyazdı ki Al Hatun kör gözlerine rağmen ne büyüler ne fenalıklar tasarladı az ötedeki gölün kıyısında oturan kız için. Ne doğru düzgün yemek yedi ne de kendine baktı Al Hatun. Haftalar öncesi yaşadığı düş kırıklığıyla akıttığı gözyaşlarına karşı bir daha gözyaşı akıtmamak uğruna, o ânı bir daha görmemek için kıydığı gözlerinin acısı bile yüreğindeki acıyla boy ölçüşemezdi. Nitekim o günden sonra Al Hatun’da acı diye bir kavram olmadı. Hiçbir fiziksel acı yüreğindekini baskılayamadığından artık hiçbir sızıya, ağrıya yer vermedi Al Hatun.
Planlarını bitirdiği bir gece sıcacık evinden dışarıya çıktı ve hafif kar yağan gecede sessiz sesiz, karanlık orman boyunca âdeta süzülerek yürüdü. Ormanın içinden gelen ufak çıtırtılar, baykuş sesleri ve yarasaların oradan oraya savruluşunu pürdikkat duyumsadı. İşittiği bu seslerle ve elindeki uzunca asasıyla yolunu, yönünü bulan Al Hatun gölün kıyısına geldiğini hemen anlayıverdi. Dalgaların hırçınca savruluşu ve gölün eşsiz görkemini her ne kadar göremiyor olsa da duyumsuyor ve benimsiyordu. Al Hatun bir süre sessizce gölün kıyısında durup kör gözleriyle onu izlerken birden o korkunç ânı karşısında duyumsayıverince sendeledi ve düşeyazdı. Son anda yere yığılmaktan sıyrılan Al Hatun yavaşça kızın evini bulmak için yürüdü, emekledi ve koştu. Sessizce, durmadan, soluk soluğa devindi Al Hatun. Gecenin karanlığındaki yalnız ormanda, yalnız gölün çevresinde yer yer küçük evlerin olduğu kıyıya ulaşınca artık kızın evini aramaya başladı kadın.
Görkemli kayın ağacına varınca o şirret kızın evine geldiğini anladı. Al Hatun sonunda oraya vardığından ötürü utku dolu bir ifadeyle gülümsedi, kör gözlerini ovuşturarak ağacın hemen ardındaki evin dış kapısını bulmaya yeltendi. Kadın kapıyı bulduğunda asasıyla üç kez ona vurdu ve elindeki asasını yere koyarak bekledi.
“Kim o?” diye narin bir ses geldi kapının öbür tarafından.
“Komşun,” diye seslendi Al Hatun. Kapı hemen korkunç bir gıcırtıyla açıldı ve kız irkilip geriye doğru sendeledi. Al Hatun’un korkunç yüzü ve intikam, ihtiras, nefretle gülümseyen ağzı onu öylesine korkutmuştu ki kız tir tir titrer halde öylece kalakalmıştı. Ne yapacağını bilmiyor, ne tepki vereceğini düşünemiyordu. Karşısında gördüğü kişi çevreden alışık olduğu o sessiz kadından ziyade ölüp de dirilmiş bir cesedi andırıyordu.
Al Hatun kireç gibi aklaşmış yüzlü kızın korkusunu duyumsayınca ağzı gepgeniş biçimde gülümsedi üstelik doyumsuz kahkahalara boğuldu. Karşısındaki umarsız kızın korkusu bile bu kadar kendine zevk verirken düşledikleriyle ve yapacaklarıyla kim bilir nasıl bir doyuma ulaşacaktı?
Al Hatun korkudan buz kesmiş kızın kolunu hemen yakalayıp kendine doğru çekti ve ondan iğrenircesine bir sesle, “Bu gözlerle mi baktın sevdiceğime?!” dedi ve belindeki kamayla kızın gözlerini oydu. Kız yeri göğü sarsacak biçimde inledi. “Bu dudakla mı öptün onu?” deyip dudaklarına cebinden çıkardığı şişedeki kezzabı döktü ve muhteşem bir çığlık yankılandı. “Bu yürekle mi sevdin onu?” deyip sonunda yüreği olduğunu sandığı yere bıçağı geçirip yarı ağlar yarı güler bir biçimde kıza bıçak saplayıp durdu. Kızın çığlıkları kesildiğinde her yer kan revan olmuştu. Kıpkızıl kan Al Hatun’un bedenini de; yetim, öksüz kızın eşsiz güzellikteki bedenini de boylamıştı. Al Hatun bıkmadan kızın her yerini delik deşik etti. Bundan doyumsuz bir zevk alıyordu. Devam etti, durmadan yardı kızın eşsiz bedenini. Al Hatun yorulup soluk soluğa kaldığındaysa içli içli kahkaha attı. Öyle gülmüştü ki kör olmasa gözlerinden litrelerce yaşlar akabilirdi.
Duygusallık sona erdiğinde Al Hatun asasını aldı, kızın ölü bedenini sürükleyerek göle attı ve sevdiceğine, mirine yazdığı her zamanki şiirlerden birini okumaya başladı: “Ey mirim, ey gökçe gözlüm, / Kor alev gibi yüreğimi yakan közüm,” derken devamını şöyle değiştirdi: “Sevgisine hıyanet eden zalim gönlüm,/ Bir aşüfteye vurulan beyhude ömrüm...”
Al Hatun oracıkta sevdiceğine yazdığı şiirleri saatlerce, hiç durmadan okudu. Sonunda o civara insanlar geldiğinde çığlıklar, haykırışlar yeniden gölde yankılandı. Öylece gölün kıyısında şiir okuyan kadını görenler korkudan ona yanaşamadılar. Sonra jandarmalar geldi ki Al Hatun da son şiirinin son kıtasını okudu: “Ey mirim, ey sevgimizin katili, ey benim yegâne sevdiğim, ömrümü uğruna feda ettiğim yârim,” deyip elindeki bıçakla boğazını kesen Al Hatun öylece göle düştü ve etraftakiler sadece bir şey yapamadan bakakaldılar. Göl nice kana, nice kedere boğulunca oraya önce civardakiler, sonra da tüm halk “eymir” dedi. Öylece Al Hatun da mirine, eymirine kavuşup ölümlü dünyadan çekip gitti. Sonraları ölen kadına kimi “Al Karısı”, kimi “Kızılca Cadı”; uğruna öldüğü delikanlıya da “Eymir” dediler. Sonuçta da bu vahşet dolu öykü dilden dile aktarılıp bir efsaneye dönüştü. Ta ki 80 yıl sonraya dek.
1 Ocak 2021
Berk’in telefonu çalıverdi.
“Saatin kaç olduğunun farkında mısın Gözde?” diye mayışık bir sesle söylendi.
“Uyku tutmadı, ne yapayım?” deyip kıkırdadı Gözde.
“Bunun için mi aradın cidden?” deyip ofladı Berk. “Yarın sınavım olduğunu biliyorsun değil mi?
Birazcık uykuya muhtaç olduğumu da!”
“Ben de onu diyecektim,” dedi Gözde tatlı bir sesle. “Sınavdan önce Eymir’e gidelim. Bana hep şans getirmiştir. Belki senin için de uğurlu olur ha?”
“Tamam,” dedi Berk. “Seni almamı ister misin?”
“Gerek yok, motorla geleceğim,” dedi Gözde ve ardından, “Hadi, güle güle! Zıbar!” deyip telefonu kapadı.
Birkaç saat uykunun ardından uyanan Berk hemen hazırlanıp, birkaç bir şey atıştırıp evden çıktı. Henüz güneş doğmadığından karanlık olan havayı bir süre izledikten sonra hemen Eymir’e sürdü. Gözde’nin dediği gibi buranın uğur getireceğine inanmasa da Berk de seviyordu burada oturmayı. Özellikle kimse yokken, güneş yeni doğarken sevgilisi Gözde’yle buraya gelirlerdi. İkisi de doğa âşığıydı. Zaten bu sayede tanışmışlardı. İkisi de Çevre Topluluğu’na üyeydiler.
Berk ağır adımlarla göle doğru yürürken duraksadı, buz kesti. Yüzü kireç misali aklaşmış, öylece kalakalmıştı zira gölün üzerinde yüzen bedenleri görünce dili tutuluvermişti. Onlarca ölü olduğunu sandığı beden Eymir’in yüzeyinde süzülüyordu. Eskiden dupduru, mis gibi görünen bu göl şimdi kıpkızıldı. Vahşetin merkeziydi âdeta.
Berk saatlerce gibi sandığı bir süre boyunca bir şey yapamadan öylece göle bakarak dikilirken güneş yükseldi ve gölde muhteşem bir katliam manzarası peyda oldu. Az sonra gölün çevresinde hareketlenmeler, sesler, kargaşalar oluverirken Berk bir şey duymuyor gibi öylece süzülüyordu. Yavaş yavaş yürüyerek gölün kenarına gelen Berk kimseyi ve hiçbir şeyi işitmez biçimde göle yaklaştı ve bir kıpırtı gördü. Küçük bir kıpırtı sonrasında büyük bir dalgaya dönüşünce irkilip uzaklaştı ancak tuhaf suratlı kadını görünce hepten fenalaştı.
Ertesi gün 80 ölü kızın ailesi okula dava açınca vahşet yaşanan ODTÜ’nün Eymir Gölü halka kapatıldı. Okul ise rektörlüğün kararıyla uzaktan eğitime geçti.
Yorumlar
Yorum Gönder