MODERN DÜNYA HAKKINDA

İnsanoğlu garip mahlûk… Kazanmak, ne olursa olsun kazanmak istiyor. Neyi, niye kazanmak istediğini çok düşünmüyor. Kimileri karşımıza çıkıp, en basmakalıp cevaplarla; para, itibar, şöhret diyebiliyor. Kimisi, mutlu olmak için kazanmak diyor. Dünya, sürekli bize bir şeyler borçluymuş gibi. Onun karşısında istedikçe istiyoruz. Bize uzak olan ne varsa, en çok onu beğeniyoruz. Davulun sesi uzaktan hoş gelir misali. Oysa yakınımızda çalınan bir davul varsa ki, odur aslında olacak düğünün, eğlencenin habercisi. Ne yazık ki, yakınımızdaki mutlulukları duyamayacak kadar sağırız. Ötemizden gelen ses ise sadece bizim kuruntumuz. Duyduğunu sandığımız hiçbir şey bize ait değilken, bize ait olan tek sese kulak tıkıyoruz. O büyüleyici ses hep az ile yetinmeyi bilir. Ne bir ağza ihtiyacı vardır, ne de kulağa. İnanır mısınız? Ne cisimler aracılığıyla sesini çıkarır, ne de ses telleri gibi bir gerinir, bir büzüşür. O, içimizden gelir. Dinlemeyi bilen herkes duyabilir onu. Mesela, en çok çocuklar duyar. Biz akıllım, büyükler de ‘’Hiç sırası mı şimdi?’’ diyerek, azarlarız onları. Hem onları, hem kendi içimizdeki çocuğu… Gözünü korkuturuz. Hâlbuki dönüp bir baksak, yarattığımız ve sürekli ileri bakmaktan ardımızda unuttuğumuz dünyaya. Ama şöyle tüm kibirlerimizden arınarak baksak, hatta büyücek açsak gözlerimizi, biraz da cesur olsak… Gerçeği göremez miyiz yine de? Bugüne kadar neyi yaratmışız da, neye yaramış? Açlığı mı son bulmuş insanoğlunun, yüzlerini mi güldürmüşüz çocukların, daha az mı kanımızı akıtıyor olmuşuz, daha mı mutluyuz? Bu benim hatam, suç bende, demek, hatayı ve suçu kabullenmek bize zor geldiği için, yerimize suçun kimde olduğuna karar vermesi için adalet, hak, hukuk uydurmuşuz. Akıl var, mantık var demişiz. Söyleyin, bu kadar tezadın içinde kime hizmet ediyorlar? Bir bilim ve teknoloji çağının içindeyiz. Bir şeyi kanıtlamadan, arkasında yatan gerçeğe ulaşmadan ona inanmayız, demişiz. Bilim gerçeğin peşinde koşuyor da, sokakta yatan gerçeğe neden gözlerimiz kapalı? En kötüsü de, bu alışmışlık hali yok mu, insanı kahrediyor.

Geçmişte sahip olmadığımız kadar özgür düşünebildiğimizi sandığımız bu çağda, bilimin, aklın, mantığın gölgesinde ilerlemekten başka ne yapabiliyoruz. Kilise, cami ve sinagoglarda, kabile ve ilkel komün yaşamlarda Tanrılara, totem ve putlara tapınılarak geçirilen onca zamanın aydınlanmacı, güçlü eleştirisini yaparken, durumun benzerliğini kibrimizden göremiyoruz. Kendi yarattığımız kavramlara tapıyor, aynı bağnazlıkla sorgulamadan eylem ve değerlerimizi onlar üzerinde temellendiriyor, bir sorunla karşılaştığımızda sorunu göz hizamıza denk düşen nesneler üzerine konuşlandırıyoruz. Özgürlükleri uğruna canlarını feda eden milyonlarca insanın anısının bulunduğu bu yerkürede, neredeyse hiçbir bedel ödemeden, bize hediye edilen özgürlüklerimizin tadını çıkarıyoruz. Aklın ve mantığın gölgesinde yapıyoruz bunu, hatta ‘Ne var canım bunda?’ dermiş gibi durumu normalleştiriyoruz. Ayakkabılarımızın lastik, deri, kauçuk tabanlarıyla üzerinde doğrulduğumuz bu pürüzsüzleştirilmiş zemin veya başka bir deyişle bu beşeri düzlem, yaşadığım semtte sık, sık gördüğüm çatlamış yollar gibi, insanoğlunun en yağışsız mevsimlerinde sessizce kabuk değiştirmekte, böylece kuruyup, katılaşması esnasında kendini güvenceye almaktadır. Artık çukur ve tepelerin, eyim ve engellerin olmadığı bu yüzey alanında benzer şekilde istediğimiz yöne doğru öncesinde hiç olmadığı kadar kolay yol alabiliriz. Hareket etme kolaylığı ve hareket hızının sağladığı karşı konulmaz cazibeyle her an, her yerde olabiliriz. Özgürlüğümüzün ölçüsü hareket kabiliyetimize dönüşmüştür. Bunun yanı sıra, aklın ve mantığın gölgesinde yer çekimi prensibini reddedemez, hareket kolaylığın gebe olduğu, eyleyen ve eylem sayılarındaki artışın, zemin üzerinde daha hızlı ve sık yıpranmaları, peşinde daha hızlı ve sık kabuk değiştirmeleri getireceğini söylemeden geçemeyiz.

Hız ve özgürlük kavramının birbirleriyle olan yakın ve popüler ilişkisi, özgünlük ve özgürlük meselelerinin üzerine asfalt kabuğunu çoktandır çekmiş bulunmakta. Şimdi, özgün olmayan özgürlüklerimize sığınıyor, birbirinin benzeri hayatlarımızı yaşarken, tüketim çeşitliliğinin bize sunduğu görünüş illüzyonuyla bu benzerlikleri gizlemeye çalışıyor, satın alma gücümüzün yettiğince, satın aldığımız kabukların arkasına saklanıyoruz. Tüm bu yapı, gerçek bir iletişim imkânını olağandışı kılıyor ve gerçek bir teması hissedilemez düzeye indiriyor. İnsanın kendine yabancılaşmasının post modern yüzü, bizi yine bizim göz hizamızda olmayarak selamlıyor. Bizi görüyor, bizi duyuyor ve bizim kaygılarımıza karşı önlemler alıyor. Biz ise onun varlığını, asılsız bir mit, bir şehir efsanesi düzeyinden somut gerçekliklere yükseltemiyor, onu, nesnesi olduğumuz eylemlerin öznesi olarak gösteremiyor, ona hitap edemiyoruz. Karşımızdaki süje, teker, teker bireysel hayatlarımıza ve bir bütün olarak toplumsal hayatımıza etki eden, en büyük kural koyucu olma şöhretine sahip olmasına rağmen, yüzünü, özel bir çaba bile sarf etmeden meraklı göz ve kulaklardan, son teknoloji kameralardan, sayısız basın-yayın organından ve ahtapot kollu kurum ve kuruluşlardan gizleyebiliyor. Bu gizlenme becerisi onun eş zamanlı olarak, hem birinci, ikinci ve üçüncü tekil hem de birinci, ikinci ve üçüncü çoğul şahıs olabilmesinden kaynaklanıyor. Bu sayede kendini istediği zaman hiç kimseye, istediği zaman herkese dönüştürebiliyor.

 Bizi insan yapan ve diğer hayvanlardan ayıran düşünme yetimizin, bizi insan yapmaktan ve insani değerlerimizden bu kadar uzaklaştıracağını tahmin etmezdim doğrusu. Kendimizi hep yanlış değerlendirdik, belki de. Tüm bu uygarlaştırma girişimlerine dönüp bir bakınca, çok da akıllı olmadığımızı görüyorum. Belli ki, sahip olmadığımız ne varsa dilimizden düşürmeyerek, eksikliğini dolduracağımızı sanıyoruz. 

Elimde değil! Bu durumu, filmlerde gördüğümüz kötü adamların dünyayı ele geçirme planlarından biriymişçesine açıklamak istiyorum. Çünkü böylesine aptalca bir şeyi, kendi elimizle, üstelik kasıtsız bir şekilde gerçekleştiriyor olduğumuz fikrine kendimi alıştıramıyorum. Biz, önce bir şey kaybetmiştik. Şimdi sürekli bir şeyler kaybediyoruz. Atomunuzu da parçalayınız, o çok akıllı telefonlarınızı da üretiniz, uzaya da bir şeyler fırlatınız ama bunları efendi, efendi, insan gibi yapınız. Biz etiğimizi kaybettik. Her şeyin temeline oturtmamız gereken şey, işte odur. Medeniyet dediğiniz tek dişi kalmış canavar ise, ona güçlü dişler bahşetmeyi düşünmeden önce, tırnaklarını, açlığını ve hırslarını törpülemeyi düşünün. Unutmayın, onu tekrar bir insan haline getirmek sizin elinizde. Biz artık gerçekten konuşmuyoruz, farkında mısınız?   

-demliçaydanbiradam


Yorumlar

Popüler Yayınlar