VEDA
Güneş geceye hasret kalmış dünyanın bu yüzüne yokluğunda onlara teselli
olsun diye turuncu bir renkle dünyanın en güzel manzaralarını sunuyordu. Deniz
sakindi ve olağanüstü bir şekilde boştu, rıhtımda bekleyen küçük bir gemi ise
bu boşluğun tek istisnasıydı. İnsanların yaratabileceği her türlü belalardan
uzak olmanın güveniyle denizin asıl sahipleri balıklar ve kuşlar bu anın tadını
çıkarıyorlardı. Bu güzel manzaraya bakarak iç çektim. Yapmam gereken şey göz
önüne alındığında manzaranın bu kadar güzel olması büyük bir hakaret gibi
geliyordu. Yine de gülümsemeye çalışarak sağıma döndüm. “Dondurmanın tadını
beğendin mi,” diye sordum ona. Sadece başını sallamakla yetindi. Gerçi ne
soruyu duyduğunu ne de dondurmanın tadını aldığını sanmıyorum, çünkü dondurma
yenmekten ziyade erimekten bitmiş gibiydi. Gözleri ufuk çizgisine kitlenmişti
ve hareket etmiyordu. Onu bu halde görünce hüznüm arttı. Çantamdan ufak bir su
şişesi çıkardım. “Gel ellerini yıkayayım,” dedim ve ellerine biraz su döktüm.
Ellerini temizledikten sonra bir peçeteyle de ağzını sildim. Konuşma
konusundaki çabalarımın işe yaramadığını görünce ben de sadece manzarayı
izlemeye devam ettim.
Martı sesleri duyuluyordu.
En sonunda yanımda iç çektiğini duydum ve yavaşça “Gitmek istemiyorum,”
dedi. Kafamı ona doğru çevirdim. İri kahverengi gözlerini bana doğru
çevirmişti. Siyah saçları alnının bir kısmını örtüyordu, kafası ise zayıf
bedenine göre büyükmüş izlenimi veriyordu. Ne zaman gözlerine baksam sağ
gözündeki kahvenin tonunun daha açık olması gözüme çarpardı. Bunu her
gördüğümde içinde barındırdığı iki yanını hatırlardım, büyük bir neşe içeren
hayalci ve iyimser tarafı ve dünyanın gerçek halini görmüş gibi kapkara,
gerçekçi ve umutsuz olan tarafı. Söylediği şeyi pek çok kez konuşmuş olmamıza
rağmen hâlâ bu konuda isteksiz olduğunu biliyordum. O yüzden sabırla
“Biliyorum…” diye söze başladım. “Ama kaç kez konuştuk bu meseleyi-”
“Hayır konuşmadık!” diye çıkıştı bana. “Sadece sen konuştun, sen karar
verdin, ben de seni dinledim. Bir kez bile bu konuda ne istediğimi sormadın
bana,” dedi ve kaşlarını çatmış bir şekilde bana bakmayı sürdürdü. Elimden
geldiğince kendimi tutarak “Anlıyorum kızgınsın ama sonra bana teşekkür
edeceksin, anlamak için çok-”
“Küçük müyüm? Hadi lütfen devam et…” diye bir kez daha lafımı kesti. “Beni
ne kadar saf ve salak bulduğunu bilmediğimi mi sanıyorsun?!”
“Bu doğru değil!” diye karşılık verdim. Ben de sinirlenmeye başlamıştım.
“Senin hakkında asla böyle saçma bir şey düşünmedim, düşünmem de.”
“Bana yalan SÖYLEME!” dedi bu sefer biraz da bağırarak, gözleri yaşarmıştı.
“Benim hakkında ne düşündüğünü bilmiyor muyum zannediyorsun? Daha da önemlisi
tüm yetişkinlerin hakkımızda ne düşündüğünü bilmiyor muyuz zannediyorsun?
Sevmiyorsunuz bizi, sizi geride tuttuğumuzu, size mâni olduğumuzu
düşünüyorsunuz! Senin de onlardan bir farkın yok. Bu yüzden beni göndermek
istiyorsun. Hadi yanıldığımı söyle. Beni sevdiğini söyle. Burada benden
kurtulduktan sonra arkadaşlarının yanına değil de eve gidip ağlayacağını söyle.
SÖYLESENE!”
Nefes nefese kalmış bir şekilde bana bakıyordu. Gözlerinden akan yaşlar
yanaklarını ıslatmıştı. Onu bu halde görünce az önce hissettiğim tüm öfke
sönüverdi. Sarıldım ona, onda zamanında sevdiğim ve hâlâ seviyor olduğum pek
çok kokuyu aldım, sanki sevdiğim ve seveceğim her şeyin vücut bulmuş haliydi o.
Bir an gerçekten oradan ayrılmak istedim. Ne yani, sevdiğim her şeyi şu az
ötedeki gemiye koyup buradan uzaklaşıp gidecek miydim? Neden o da benimle
gelemiyordu. Gözlerimi hafifçe açtım ve evimin olduğu tarafa, şehre doğru
baktım. Havanın kararmasıyla şehrin ışıkları yavaşça açılmaya başlamıştı ama
güneşin son ışıkları hâlâ şehirdeki hava kirliliğini gözler önüne
serebiliyordu. İğrenç gürültüler de geliyordu şehirden arada sırada. İşte tam o
an, bu işi neden yaptığım bir kez daha aklıma geldi. Bunu asıl onun için
yaptığımı, onun için yaparak bir bakıma kendime de yardımcı olduğumu hatırladım
tekrar.
Gözümden bir damla yaş süzüldü.
Onun kollarından ayrıldım ve tam karşısına diz çöktüm, artık onun gözlerine
rahatça bakabiliyordum. Bir süre bakıştık onunla karşılıklı olarak.
Söze nasıl başlayacağımı bilmiyordum.
En sonunda derin bir nefes aldım. “Tolkien’in çok sevdiğim bir sözü var,
biliyor musun?” dedim ona. Başını hayır anlamında salladım. “Tolkien insanın bu
dünyada bir mahkûm olduğu söyler. Okuduğumuz kitaplardaki fantastik dünyaları
da hapishanemizin penceresinden baktığımızda gördüğümüz yerler olarak tanımlar.
Pencerenin dışına bakmanın veya dış dünyayı hayal etmenin ise biz mahkumların
doğal bir hakkı olduğunu savunur…” Bunu söyledikten sonra biraz durdum ve
düşüncelerimi toparladım. “Ben büyüdüm maalesef ve gerçek olmasını çok
istediğim şeylerin gerçek olmadığı gördüm. Ben bu hapishaneye işte o zaman
tıkıldım. Tıkıldığım o andan beridir de özgür kalacağım gün hayaliyle
yaşıyorum. Ama sen, birtanem, sen özgürsün. Sen benimle bu hapishanede kalmak
zorunda değilsin. Aslında burada kalmanı istemiyorum da zaten. Burası iğrenç
bir yer. Yapılan her iyiliğin karşısında en az on kötülük var bu dünyada.
Adalet yok, baksana sokaklara. Elinde olmayan sebeplerden ötürü hayatları kararmış
onca insan… Ve en önemlisi bu dünyada iyiler kazanmıyor, kazanmayacak. Çünkü
kötüler güçlü yerlerde, çünkü kötüler iyiler gibi kendilerini kısıtlamıyor
çünkü kötüler daima yandaş buluyor.”
Artık ikimiz de kafamızı yere eğmiştik. Yüzünü göremesem de burnunu
çektiğini duyar gibiydim. Sözlerime devam etmek için boğazımı temizledim. “İşte
o yüzden seni göndermek zorundayım. Çünkü umuyorum ki sen ve ancak senin
gibiler bizi kurtaracak güce sahip. Seni gönderiyorum, kendimden
uzaklaştırıyorum çünkü üstümdeki dünya pisliğinden bir damla bile sana aksın
istemiyorum. Hep saf kal istiyorum, dokunulmamış kal istiyorum. Kötülerin
yapabileceği en kötü şeylerin insan öldürmek olduğuna inanmaya devam et
istiyorum. Ama en önemlisi iyilerin galip geleceği inancını asla kaybetme
istiyorum. Çünkü bu son söylediğimi kaybedince insan yaşayacak gücü bulamaz
hale geliyor küçüğüm. O yüzden bunu yapmak zorundayım, seni o gemiye bindirmek
zorundayım ki asla büyüme. Yüreğin hep temiz kalsın. Ve bir gün yanına orada
olanları da al, dön geri buraya. Belki insanlar da isterse kurtarırsınız bizi
içimizdeki karanlıktan, pislikten, hastalıktan.”
Konuşmamın sonuna geldiğimde ağlıyordum artık, dayanamıyordum çünkü. Fakat
kafamı kaldırdığımda ağlayan bir yüz görmeyi beklerken daha farklı bir yüz
gördüm. Kederli ama kararlı bir yüz vardı bana bakan. Yavaşça banktan kalktı ve
bana elini uzattı. Onun o küçük ellerini tuttum ve beraber gemiye doğru
yürümeye başladık. “Sence geminin kaptanı kim?” diye sordu birden. Gülümsedim,
“Bilmiyorum. Sence kim?” deyince düşünmeden yanıt verdi “Bence Peter Pan,”.
Yanıtı hoşuma gitmişti. “Neden Peter Pan sence?” dedim ona. “Çocukları
büyümeyecekleri diyara götüren o değil miydi?” dedi yüzüme bakarak. Kafamı
salladım. Rıhtıma gelince son bir defa sıkıca sarıldım ona. Kollarımdan ayrıldı
ve “Sana bir hediyem var,” diyerek elini cebine götürdü. Yumruk yapmış bir
şekilde çıkardığı elini açtığında elinde bir örümcek vardı. Örümcek dediysem
evlerde olan küçük örümceklerden. “Nedir bu?” dedim hafifçe gülerek. “Üç yaşındayken
seni de örümcek adam yapa umuduyla evde kovaladığın örümcek…” dedi ciddiyetle.
Örümceği elime bırakırken de ekledi “New York’a gidersen bir gün, lütfen ona
selam söyler misin?” Hafifçe kafamı salladım. Onun, diğer yolcuların gemiye
binmesini ve nihayet geminin hiçbir yetişkinin bilmediği sulara yelken açmasını
izlerken yüreğimde son derece ağır bir hüzün duyuyordum.
Ve en sonunda hava karadı, dünyanın tüm pisliği tekrar görünür oldu. Ben
ise bu pisliğin çocukluğuma artık ulaşamayacağı düşüncesiyle biraz da olsa
teselli bularak evimin yolunu tuttum.
Pencereden dışarı bakmak için can atıyordum.
Yorumlar
Yorum Gönder