'People only develop religion when they are unhappy with this world'

    Sıddık ağa, yıllardır adaylığını koyduğu muhtarlık seçimlerini bu yıl da kaybetmişti. Aslında, her yıl ısrarla koyduğu adaylığı umut işiydi. O da bunun farkındaydı. Ama insan umut etmekten vazgeçmez ya hani, o da muhtar olma hayalinden vazgeçemiyordu bir türlü. 55 yaşına basmıştı, ama doğduğu büyüdüğü bu köye muhtar olma hayalini kurduğu ilk gün daha dün gibi hatırındaydı.

     12-13 yaşlarındaydı babası göçtüğünde bu diyardan, anasıyla bir başlarına bu sünni köyünde, gidecek hiçbir yerleri olmadıkları için kalakalmışlardı. Babasının nasıl öldüğünü hiç öğrenemedi. Mezarının üzerine attığı toprakla birlikte gömdü kafasındaki ona dair soruları da. Sormaması gerektiğini biliyordu, anası da sanki korku dolu gözlerle sormasın diye yalvarıyordu genç Sıddık'a. O da anasının sözünü dinledi, ağzından tek bir kelime çıkmadı bu konu hakkında. Ancak, Sıddık'a daha ağır gelen şey, babasının mezarıyla birlikte bu köyden çekip gitme hayallerinin de üzerinin toprakla örtülmüş olmasıydı.  Anası ve Sıddık bir başlarına, bazen yiyecek bir ekmeği bile zor bulur hale gelmişlerdi. Bu halde nereye gidebilirlerdi?


   Fakirlik zor belaydı ya, hor görülmek daha zordu onlar için fukara olmaktan. Hele de köklerinin filizlendiği topraklarda. İnsanın ansızın kendi toprağında yabancı haline gelmesi işkencedir, çeken bilir. İşte Sıddık ağa, doğduğu günden beri farkındaydı kendi topraklarının yabancısı olduğunun. Çocukluğunun mahalle maçlarında ermeni dölü lafını duya duya alışmıştı buna, sonrası da gelmişti zaten. Bir şekilde yaşamışlardı yaşamalarına ama, babası göçtükten sonra işler daha da zorlaşmıştı. 
Bir gün köy ahalisi, o zamanın muhtarı olan Muzaffer ağayı da önlerine katıp dikilmişti evlerinin önüne. Anası çıkarmamıştı Sıddık'ı içeriden ancak  köy ahalisinin bağırışları, hakaretleri ve tehditleri evin her bir duvarından sekip Sıddık'a ulaşıyordu. Bir ara tüm bu bağırışların arasından 'sizi canlı canlı yakarız' tehdidini işitti Sıddık, korktu, diri diri yanmanın ne kadar acı verici olabileceğini düşündü. Tüyleri ürperdi. Sonra ne olduysa yakmadılar evi, kalakaldılar Sıddık ve anası da köyde. Yalnız annesi, geceleri Sıddık'ın uyuduğuna ikna olduktan sonra evden çıkıp sabaha karşı dönmeye başladı o günden sonra. Sıddık uyumuyordu, anasının yolunu gözlüyordu ya, o bunu bilmiyordu. Gün ağarırken annesinin yatağından gelen kesik kesik ağlama sesleriyle uykuya dalıyordu.  Hiç bir şey sormadı Sıddık anasına, cevaptan korktu, bir şey yapamamaktan korktu. Çaresizlik insanı bilmemekten daha hızlı kemirir çünkü. Hiçbir şey sormadı ve köyün ahalisi de rahat bıraktı onları, her ne kadar hala yabancı olarak kalsalar da.

   İşte bu yaşlardayken koydu kafasına Sıddık muhtar olmayı. O zamanın muhtarı Muzaffer'in sözü emir gibiydi köy ahalisinin üzerinde, yak dese yakarlar, öl dese ölürlerdi. Muhtar Muzaffer, dini yerinde,ağzından Allah lafını, koynundan kuranı düşürmeyen bir insandı. Bazen sohbetler verirdi köyün çocuklarına kendi evinde,ama Sıddık bu sohbetlere hiç çağrılmazdı. Muhtar Muzaffer'i hiç sevmezdi sevmemesine ama, hayranlık duyardı Sıddık. Muzaffer'in kendisine değil de, köy ahalisi üzerinde sahip olduğu etkiye ve statüye. Bu küçücük köyde insanların fikrini değiştirebilen, bir şeyleri kabul ettirebilen ya da ötekileştirebilen tek kişiydi Muhtar çünkü.


    İşte o zaman karar vermişti. Muhtarlık, görünmesinin tek yoluydu Sıddık'ın bu köyde, yabancı olmaktan çıkmasının, yani ait olabilmenin tek yolu. Muhtarlar gelip geçerken, Sıddık büyüdü, genç bir çocuk oldu. Sonra da yetişkinliğe adım attı. Aşık oldu, kızı vermediler. İşe gireyim dedi, iş vermediler. Köyün erkekleri, anasının hatırına acıdılar da üç kuruşluk işler verdiler zaman zaman, aç kalmasın diye. Ve tüm bunlar olurken, Sıddık hep muhtarlığa aday oldu. Anası yapma etme dedi, yerimizi bilelim dedi, ama dinlemedi. Her seçimde de bir oy aldı yalnızca, o da anasından. Köyün diğer gençleri üstüne yürüdüler bir kaç kez, ermeni dölünün dinimizde yeri yoktur dediler. Oysaki Sıddık yalnızca muhtar olmak istiyordu, kimsenin diniyle filan işi yoktu. Devam etti her seferinde aday olmaya, korkmadı. Senelerce kendi adının yazılı olduğu yalnızca bir oy görmekten de sıkılmadı. 
Anası da göçtü gitti bu diyardan , Sıddık 40 yaşlarındaydı. Artık, o her zaman sahip olduğu bir oy da yok olmuştu, silinip gitmişti yeryüzünden. Sıfır oy ve kağıtlara yazılmış bir takım hakaretlerdi onun payına düşen. Köyü de terk etmedi anası göçtükten sonra, nereye gidecekti ki hem? Onun kaderinde muhtarlık vardı. Bu köye muhtar olmak., Kimse de dokunmadı ona sonra, zararsızdır dediler, bunamış dediler, nasıl olsa kimsesi kalmadı, eceliyle ölür de kurtuluruz dediler. Ama Sıddık hep aday oldu. Her kaybedişinde bir daha ki sefer için sakladı umutlarını, vazgeçmedi.

    İşte 55 yaşına basmıştı, ve yine kaybetmişti ama olsundu. Vazgeçmeyecekti. Hem kim en büyük çocukluk hayalinden vazgeçebilir ki? İşte Sıddık ağa, ömrünü adamıştı bu hayale, ve gerekirse bunun için ölecekti. Bu köye muhtar olduğu gün, sonunda kendisinin de bu toprakların çocuğu olduğunu tüm köy ahalisine gösterebilecekti.


   Bir seçimi daha kaybetmenin verdiği yorgunlukla köy meydanından eve doğru yürüdü ağır ağır Sıddık ağa.  Kafasında gelecek seçime dair olan umuduyla karanlık ve toz bulutları yükselen evinin kapısını açtı usulca. Kırık dökük, anasından kalma yatağında uyuyakaldı öğle sonrasının verdiği uyuşuklukla. Rüyasında, sabaha karşı sessizce eve dönen annesinin kesik kesik ağlayışlarını görüyordu.




-Zeynep Kıyak

Yorumlar

Popüler Yayınlar