OYNAYALIM MI?
Koyu
tahta döşemeleri yer yer çürümüş oymalarla süslü pencereleri kırılmış koca
malikaneye yaşam veren tek şey kırık camlardan girip tahtaların arasında
dolaşan rüzgârın boş koridorlarda yankılanmasına neden olan uğultulardı.
Uğuldar, çıtırdar, acı dolu fısıltıları oradan oraya taşırdı.
“Zaman
en acımasızı bu dünyada…”
Masum
bir çocuk fısıltısı yankılandı duvar kağıtları dökülmüş, örümceklerin ele
geçirmiş olduğu koridorda. Hastalıklı beyaz elleri sönük sarı saçlarında ve
ince boynunda dolandı gözleri sisli sabahı izlerken. Sis, görünürdeki tüm
varlıkları himayesine alıp silmişti yeryüzünden. Bundan daha iyi bir sabah
olamazdı.
Zayıf
cüssesine rağmen yine de adımlarını dikkatle attı odasına giderken. Yalın
ayaklarına isyan ediyordu tahtalar bir savaş alanı yaratarak. Her an her şey
olabilirdi her şeyin düşman olduğu bu dünyada. Sessizce adımladı koridoru.
Fısıltılar taşıyan rüzgârın beyaz, bacaklarını açıkta bırakan elbise gibi
pijamasından işlediğini, soğuk tenine kendi soğukluğunu kattığını hissetti. Pijamasının
eteklerini savurdu dudakları yukarı kıvrılırken.
“Bugün
o gün,” dedi kadife bir sesle. Sesi bunca zamandan sonra ona tuhaf gelmişti.
Koridorun
karanlıklara gömülmüş bitişinde babasını görür gibi oldu siyahların içinde.
“Baban kadar… yakışıklı ol… Akad,” diye mırıldandı kendine. Sessizliğe
gömülerek geçirdiği aylar, kelimelerini çalmıştı dilinden.
Parmaklarının
ucuna basarak son birkaç adımı da attığında solundaki büyük ahşap kapı
karşıladı onu. Çelimsiz parmaklarını solmuş ahşapta gezdirdi bir süre. Burası
onun odasıydı… ona ait… onun… Kapının kenarlarına örülmüş beyaz ağları
görmezden gelerek kolu olmayan kapıyı ittirdi ve kapı, emrine itaat ederken tüm
koridoru dolduracak bir gıcırtıyla, yer yer çarşaflarla kaplı geniş yatak
odasını gözler önüne serdi.
Ayakları
yerdeki eksik tahtaların yerini ezberlemiş gibi kolayca süzülüverdi yatağının
kenarındaki aynaya ve zayıf vücuduna tezat oluşturacak kadar güçlü bir şekilde
çekti aynayı örten çarşafı. Sonunda eski aynanın kenar oymaları ve kırık yüzü
gözleri önündeydi. Aynadaki birkaç parçaya bölünmüş siluetini incelerken iç
çekmekten kendini alıkoyamadı.
Hazırlanmalıydı.
Sağındaki
beyaz örtülerle kaplı yatağa yaklaştı ve örtüleri çekip altında saklanan siyah
takımını ortaya çıkardı. Birkaç yerinde fareler ve böcekler yüzünden delikler
oluşmuş olsa da yine de çok iyi durumdaydı. Bunca zaman o takıma gözü gibi
bakmıştı Akad. Takımı sol koluna atıp bu defa da aynanın sol tarafında kalan
geniş eşyaya yürüdü.
Üstü
gri tozlarla kaplanmış beyaz çarşaf kendi başına özenle yapılmış bir heykel
gibi duruyordu. Duruşundan ve çarşafın dökümünden içinde bir kanepe olduğu
hemen anlaşılıyordu. Akad iskeleti andıran parmaklarıyla çarşafı kavrayıp
sıktı.
Kısa
bir görüntü şimşek gibi çaktı beyninde. Babasının bu koltuğu nasıl kırmızıya
boyadığını hatırlıyordu özenle. Koyu kırmızı sıvıyı gri koltuk kumaşına belli
aralıklarla akıtırdı kan rengine dönmesi için kanepenin. Gözünün önüne beyaz
elbiseyle tezatlık oluşturan yer yer kırmızı çizgiler geldi. Naif bir kadın
bedeni yatıyordu anılarının içinde. Asla unutamadığı anı…
Babası
her zamanki gibi özenle giyilmiş takımıyla karşısındaki sandalyede oturuyor
eserini inceleyen sanatkâr biri gibi bakıyordu soğuk bedene. Babası işaret
parmağını, kan kırmızısı diliyle dans ettirircesine gezdirdi alt dudağının
üstünde. Bu görüntü ona tüm vücudunu titrettiren bir haz yaşatıyordu. Diğer eli
tembel hareketlerle gömleğinin düğmelerini açıyordu. Düğmelerle işi bitince
parmakları keyifle göğsünde gezindi bir süre. Daha sonra karnına ve oradan da
bacak arasına giderken fısıltı şeklinde inlemeleri sessiz odada yankılanıyor,
sıcak nefesi dudaklarının arasından döküldükçe buhar yapıyordu.
“Biraz
daha sevgilim,” diye fısıldadı başını zevkle geriye atarken. İnlemelerine artık
sandalye gıcırtıları da katılıyordu.
Parmakları
baksırını aşıp sıcak tenine ulaşırken derin bir iç çekti ve tekrar önündeki
manzaraya odaklandı. Sevgilisi gerçekten de çok güzeldi. Kollarını kırmızıya
boyayan jilet darbeleri tıpkı bir ressamın tablosuna attığı fırça darbeleri
gibiydi, karmaşık ama aynı zamanda düzenli.
Vücuduna
yapışıp belinin inceliğini ortaya çıkaran beyaz elbisesi karın ve göğüs
kısmından kırmızıya boyanıyor, elbiseye yeni bir tarz veriyordu. Eskimiş
kanepenin üstüne yığılan bedeni meleksiydi. İnce boynundan geçen kırmızı yollar
bembeyaz teninde zıtlığını haykırıyordu.
Ve
gözleri… neşeyle parıldayan iğrenç mavi gözlerinin yerini bir buz soğukluğu
kaplamış ve solan mavi gözlerinin derinliğine daha da derinlik katmıştı.
“Kusursuz!”
İşi
bitince tüm bunları kilitlendiği demir parmaklı kafesten izlemesini istediği
sekiz yaşındaki oğluna dönmüş onun o eskiden korku dolu gözlerinin yerini soğuk
mavilerin aldığını görünce gülümsemişti.
Pantolonunun
fermuarını çekip gömleğinin düğmelerini tekrar iliklerken “İşte benim oğlum,” dedi
ve gördüğü manzarayla keyifle dudaklarını yaladı. “İşte bu gözleri beğendim.”
Göz
kapaklarını kırpıştırdı Akad başını sağa sola sallarken ve bir daha gözünde
canlanmaması için hızlıca çekti kanepeyi saklayan çarşafı. Soluk bir kırmızıydı
artık döşemesi, dikiş yerlerinden sökülmüş yırtıklarla dolu eski bir kanepe. Bu
kadar emek vermeye değer miydi?
Takımını
koltuğa gelişigüzel atıp gözlerini kanepenin kenarında sessizce duran oyuncak
ayısına çevirdi. Elleri istemsizce gitti ayısına. Onu görmeyeli ne kadar
olmuştu? Oysaki tek konuştuğuydu ayısı hayatı boyunca.
Parmakları
kirli kürke değince irkilerek geri çekildi. Hazırlanmalıydı.
Aceleyle
pijamasından kurtulup takımı üstüne geçirdi ve aynaya yaklaştı. Aynanın
ortasından başlayıp sarmaşık gibi tüm yüzeyi kaplayan çatlaklara ve onların
yarattığı birden fazla görüntüsünü inceledi bir süre. Buz kadar soğuk dört çift
göz dikkatli bir şekilde onu inceliyordu. Gözleri babasının mirasıydı, onun
eseriydi bu bakışlar, tıpkı vücudundaki izler gibi…
Aynada
görmese de biliyordu vücudundaki her bir yarayı… Hala ilk günkü kadar
acıtıyordu çoğu. Bazıları iltihaplanmış ve yayılmıştı vücudunda. Özellikle de
karnındaki yara... biliyordu… bu onun sonu olacaktı. İçten içe bedenini ve
ruhunu yediğini hissediyordu bunca zamandır.
Aynadaki
mavi gözlere aynı şekilde karşılık verip bakışlarını ince beyaz boynuna ve bu
boynun inceliğini kapatmak için çaba harcayan beyaz gömleğin yakasına çevirdi.
En azından bu kıyafet vücudundaki izleri kapatmayı başarıyordu. Çenesinin bir
karış altında yamuk bir şekilde duran siyah papyonu çevik hareketlerle düzeltip
oyuncak ayıya döndü: “Sence… bu özel gün için… yeterince iyi görünüyor muyum?”
Yıllar
içinde bakımsızlıktan krem rengi tüyleri kahverengiye dönmüş ayı, ifadesizce
koltukta oturmaya devam ediyordu. Akad, göz kapaklarını sinirle sonuna kadar
açıp yer yer tüyleri dökülmüş; bir kolu, boynu ve sırtı dikişlerle kaplı; sol
gözü olmayan ayısına yalpalayarak yürüdü: “Ama… böyle… yapmamalısın.” Sesinde
samimiyetten eser yoktu.
Babasının
sözünü unutmuş muydu?
Gözlerini
kapatınca gördüğü ilk şey her zaman giydiği gri takımı olurdu. Takım dışında
hiçbir şey giymeyen babası sadece kıyafetine değil aynı zamanda görüntüsüne de
çok önem verirdi. Her zaman centilmen bir beyefendi gibi temiz takımı, parlak kunduraları,
arkaya taranmış beyaz saçları ve sert tıraş kolonyasıyla baba figürü denince
akla gelecek klasik bir görüntüye sahipti ama kişiliği için aynı şeyi söylemek
mümkün değildi.
Kişiliği…
Kadının solgun bedeni ve karşısında oturmuş babasının hareketleri aklına
gelince tekrar başını sağa sola salladı. Birbirine karışmış saçlarının
arasından geçirdi parmaklarını ve şekil verebildiği kadar verdi. Sonra
parmaklarının arasında her an parçalanacakmış gibi duran ayısına endişeyle
baktı Akad ve “Çok solgun görünüyorsun,” dedi aklından. Dudakları eskisi gibi
itaat etmiyordu kelimelerine.
Ayısını
koluyla göğsü arasına sıkıştırarak iç çekti ve kendi takımıyla uyumlu olması
için babasının ayısına acemice diktiği küçük papyonu dikkatle düzeltti. Babası
“Ne yaparsan yap her zaman şık ol!” derdi.
Şık
olmalılardı.
Bakışlarını
küflü duvardan aynaya çevirdi aceleyle. Soğuktan rengi mora dönmüş kuru
dudaklar korkutucu bir gülümsemeyle incelmiş ve rahatsız edici bir görüntüye
bürünmüştü. Oyuncak ayısını özenle oturttu koltuğa, şimdi hazırdı.
***
Ona
sonsuz gibi gelen koridorda soğuk tahtaları bir bir adımlıyordu. Yerin duvarla
bütünleştiği köşelerdeki bazısı boş bazısı dolu konserve kutularına takıldı
bakışları, ardından da ayın ışığa boğduğu pencere pervazına. Yakınlarda kamp
yapan insanların çadırlarına sessizce yaklaşıp ucunu boyunlarıyla buluşturduğu
şırıngalar terk edilmiş, parçalanmış perdelerle birlikte toza gömülmeye yüz
tutmuştu.
Koridorun
sonundaki demir kapının paslı kilidini tüm gücüyle çevirip buz tutmuş demiri
ittirdi. Burası bodruma inen tek yoldu, babası zamanında diğer kapıları
sürgülemiş bazı yerlere de duvar örmüştü. Aklına bir kez daha aynı düşünce
girdi: “Bu kadar uğraşa gerek var mıydı?”
Bir
adım gerileyip son kez baktı kapıya ve gölgelerin dans ettiği koridorun
başındaki merdivenlere döndü sessizce.
“Dikkat
etmelisin, en ufak bir hatada bile zayıf bedenine zarar verebilirsin.”
Babasının
tanıdık sesi beyninin içinde yankılanırken her adımını sanki en ufak bir hatada
ölecekmişçesine attı. Hazırdı, hazırdı işte bu oyuna… tıpkı yıllar önce
babasının onu hazırladığı gibi…
Babası…
Sekiz yaşındayken hissettiği korku bunca yıldan sonra yine onu bulup bedenini
sarmış ve bir heykel kadar donuklaştırmıştı vücudu gibi kalbini. Bunca yıldan
sonra bile nasıl titretebiliyordu bu bedeni? Geçen yılların hatırı yok muydu
üstünde? Hiç mi güçlenememişti bu hapishanede?
Başını
sağa sola sallayıp babasının aklındaki görüntüsünü dağıttı ve koridorun
sağındaki ilk demir kapıya ulaştı. Hiç kolay olmamıştı, hem de hiç. O ağır bedeni
ormanın içinden buraya kadar sürüklemek… hiç kolay olmamıştı. Özellikle de
arkadaşı ondan kaçmayı neredeyse başarabilmişken…
Kapının
sürgülü gözetleme penceresini açıp içeriye baktı donuk mavi gözleriyle. Odanın
bir köşesine bir böcek gibi sinmiş zayıf bedeni inceledi. O iri bedenden geriye
hiçbir şey kalmamıştı şimdi. Bir insanı değiştirmek ne kadar da kolaydı. Fazla
kolay!
Uzun
zamandır yaratıyordu bu cehennemi, tıpkı babasından gördüğü gibi. Ne var ki
Akad’ın cehennem anlayışı sadistliğin verdiği hazdan gelmiyor aksine onurlu bir
davranış sergiliyordu: İnsanları tanımaya çalışıyordu. Öğrenmek istiyordu
onları, neler yapabileceklerini ve ne kadar ileri gidebileceklerini. Hayatta
kalmak için en sevdiği arkadaşlarından vazgeçerler miydi?
Elini
küçük pencerenin iki yanına sabitleyip tırnaklarını geçirdi metal kapıya.
Tırnağının metalle birleşiminden çıkan gıcırtılar tüm koridoru doldururken iki
kız da dönüp bakmadı sese.
Mavi
gözler odanın diğer ucunda sırtüstü yatan bedene ilişti. Çatırda gördüğü fotoğrafı
hatırladı bir an, iki kızın gülümseyen yüzlerini. Artık eski görünüşünden eser
kalmayan çökmüş yüzü tavana bakıyor derisinden dışarı fırlayacakmış gibi duran
göğüs kafesi bir aşağı bir yukarı hareket ediyordu… olabilecek en yavaş
şekilde.
Böyle
olmamalıydı. Babasının yarattığı cehennemlerde açlıktan ölmüyordu hiç kimse.
Her zaman bir seçim yapıyorlardı ve bu seçim, akla gelebilecek en kötü seçim
oluyordu. Hayatta kalmak için ne kadar ileri gidebilirdi bir insan? Cevap
çoktu… çok ileri gidebilirlerdi.
Diğerine
göre daha kilolu olanın açlığa dayanamayıp yemesine yüzde altmış, zayıf olanın
ilk önce pes etmesine yüzde kırk ihtimal vermişti. Gördüklerinden yola çıkarak
çok yiyen önce acıkır ve önce pes eder çıkarımını yapmıştı.
Ve
işler planladığı gibi gitmemişti. İkisi de ölmeyi seçmişti… açlıktan gözleri
dönmemiş veya birbirlerine saldırmamışlardı. Bu ikisi tamamen başarısızdı!
Oysa
sevdiği öyle miydi? Zamanında babasından öğrenmişti Akad, sevgisini nasıl
göstermesi gerektiğini ve o da sevgisine karşılık vermişti. Gözetleme
penceresini sürgüleyip birkaç adımda vardı diğer kapıya. Küflü metalin el
verdiği kadar araladı pencereyi ve izledi gözlerini kısarak.
İşte
oradaydı! İki gün önce son nefesini zorla aldığı cansız bedene eğilmiş
parmaklarıyla eti ayırıyordu kemikten. Kanla kırmızıya boyanmış ağzı ve ıslak
gözleri eşlik ediyordu çiğneme ve öğürme seslerine. O, hayatta kalmayı
seçmişti.
Biliyordu…
En başından beri onun başarılı olacağını biliyordu. Emindi ki ağabey dediği
kişi ona saldırmasaydı bile o yine de alacaktı o canı. Birinin hayatta kalması
için, diğerinin ölmesi lazımdı. Bu doğanın kanunuydu. Akad sadece göstermek
istemişti ona, ne kadar güçlü olduğunu.
Sevdiği,
siyah kire bulanmış saçlarını elinin tersiyle geriye attı ve başını kaldırıp
pencereye, solgun mavi gözlerine baktı. Ayaklarının üstünde doğrulurken son kez
öğürdü ve midesine almaya çalıştığı birkaç parça çiğ eti çıkardı böceklerin
cirit attığı zemine.
Yüreğindeki
acı göğsünden tüm bedenine yayılırken tırnaklarını geçirdi etine. Neden kabullenmiyordu
sevgisini? Neden şükretmiyordu bu cehennemden sağ kurtulabilecek kadar güçlü
olduğu için? Sevdiği her adımla daha da yaklaşırken pencereye kapının ardındaki
bedenin titremesi artıyordu.
Karşısındaki
tam kırmızı dudaklarını nefretle aralamıştı ki sürgüyü bir hışımla çekip
kapattı pencereyi. Avuçlarından akan sıcak ıslaklığı hiçe sayarak adımlarını
sıklaştırdı. Kalbi boğazında atıyordu. Artık burada kalmak istemiyordu.
Kaçmalıydı!
Kimsenin
onu anlamadığı, kimsenin yanında olmadığı ve kimsenin giremeyeceği bu
cehennemden kaçmalıydı!
Kaçamazdı…
Burası onun eviydi ve buradan başka yerde hayatta kalmayı bilmezdi. Babasına
duyduğu nefret tekrar ele geçirdi bedenini. Neden ona hayatı göstermemişti,
bildiği hayatın dışındaki hayatı? Derin bir nefes alıp sustu. Sustu. Her zaman
yaptığı gibi sustu.
Konuşmayı
unutalı ne kadar olmuştu? Düşüncelerindeki kelimelerinden başka bir şey
kalmamıştı elinde ne sözler ne yazılar. Sadece bir beden unutulmuş yıkılan evin
bir köşesinde. Ne zaman kesilecekti bu zayıf bedenin nefesleri?
Odasına
girip kırık kapıyı ardından kapatırken yıkılıverdi yere. Bacakları vücudundan
ayrılmış iki tahta sopa misali yığılmıştı kan ve gözyaşının ıslattığı
tahtaların üstüne. Yapayalnızdı!
Gücünü
toparlayıp ayağa kalktı ve yatağının çaprazında duran kanepeye yaklaştı. Tozlar
içinde unutulmuş ayısını aldı kucağına.
Kanepeye
yığılıp kollarının arasında sıktı ayıcığın narin bedenini. Ne yapmalıydı?
Sevgisini nasıl gösterebilirdi? Dışarıdaki insanlar ne yapardı?
Başını
geriye atıp gözlerini kapattı ve düşündü. Kamp yapan insanları yakalamak için
beklerken izlediği davranışları düşündü. Aklındaki birkaç ufak anıyı gözden
geçirdi kirli tüyleri okşarken.
Göz
kapakları aralandığında dudakları kıvrılmıştı hatırladığı anıyla.
“Cesaret
edeceğim,” diye fısıldadı. Yüz kaslarının hala itaat ettiğini bilmek güzeldi.
Boştaki
eliyle bakmadan kestiği saçlarını düzeltti. Korkuyordu ama başarabilirdi. Minik
bedeni kanepeye geri bıraktı ve bir ölü sessizliğinde çıktı odasından.
Tedirginlikle
attığı adımlar onu merdivenlere oradan da mahzendeki demir kapıya taşırken
kalbi yerinden çıkacakmış gibi atıyordu. Her zaman yaptığının dışına çıkmaktı
insanı korkutan, mutluydu sonunda insan gibi hissedebildiğinden.
Çıplak
ayakları soğuk taşların etkisiyle titrerken kapının minik penceresini açtı.
Hayatı boyunca ilk defa sahip olmak istediği şey tam karşısında duruyordu!
Açlıktan
iyice eriyen yüzünde fal taşı gibi ortaya çıkan gözleri nefret doluydu ama
oradaydı. Kırmızı dudakları gibi parlıyordu göz bebekleri. Yaklaşıyordu kapıya!
Sarhoş
gibi yalpalarken duvardan güç alıyor, bir zamanlar Akad’ın da yaptığı gibi
tırnaklarını duvara geçiriyordu. Bir adım… Bir adım daha… Ve sonunda yüz yüze
duruyorlardı.
Oğlan
acı ve öfkeyle vurdu aralarındaki demir kapıya. Bir ölü kadar solgun ve yaşam
gücünden yoksun gözlere bakıyordu gözlerini kırpmadan. O anda o gözler, o
öfkeyle çizgi halini almış dudaklar haykırmak istiyordu aklındaki tüm cümleleri
ama azıcık bile enerjisi yoktu kaslarını kıpırdatmaya.
“Yapabilirim,”
diye düşündü Akad, ona gösterebilirdi her şeyi neden yaşattığını ona. Derin bir
nefes alıp sevdiğine gülümsedi ve mırıldandı anılarının içinden çekip
çıkarttığı cümleyi yapabildiği en yumuşak tonla: “Seni seviyorum.”
***
Hayatı
tanımlamak mümkün müydü? Neydi sıradan bir yaşam? Diğer insanlar da böyle
yaşamıyor muydu? Hayır, Akad biliyordu babasının yaptığı şeyin diğer insanların
yaşamına benzemediğini. Bunu insanları yakalarken gözlerinde beliren korku
parıltılarından görüyor titreyen vücutlarıyla hissettiriyorlardı, bu normal
değildi. İğnenin ucunu tüm sakinliğiyle ağlayan kızın boynuna bastırırken
hiçbir şey hissedemiyordu, tek düşünebildiği babasının ne kadar gurur
duyacağıydı onunla.
Kızın
terden yüzüne yapışan kahverengi saç tutamlarını kulağının arkasında sabitleyip
gülümsemeye çalıştı ancak başarılı olamadı. Buz rengi gözleri kızın kaçarken
parçalanmış kıyafetlerinde gezindi bir süre… babasının burada olsa neler
yapacağını görebiliyordu ama o, farklı olacaktı.
Derin
bir nefes alıp parmağının ucuyla sildi kızın gözyaşlarını ve başını çevirdi
sağında yatan baygın bedene. Ay ışığı altında bedeni bir melek gibi parlıyor
saçlarını gümüş tutamlara çeviriyordu sanki. Ah, onu oracıkta parçalamayı o
kadar çok istiyordu ki!
Gözleri
kapanan kızın nefeslerinin düzenli hale bürünmesiyle ona yaklaştı Akad.
Hayatında ilk defa titriyordu elleri, emeklerken her an dengesini yitirecek
gibi titriyordu bedeni. Oğlanın biçimli suratını izledi bir süre, özenle
yaratılmış çenesini biçimli burnunu ve dolgun dudaklarını. Daha önce bu kadar
güzel bir insan görmemişti. Sonunda dudakları zevkle kıvrılmıştı.
Sevdiğinin
boynunda parlayan zinciri çıkartıp ucunda sallanan ve uca doğru sivrileşen
çerçeveyi merakla açtı. İki çocuk annelerine sarılmış gülümsüyorlardı. Akad,
hiç beklemeden kolyeyi boynuna astı… ondan bir hediye.
Yol
boyunca bedenleri teker teker sürüklerken boynunda sallanan parlak zincire
kaydı gözleri. Bu hediyeyi sevdiği için geri vermenin vakti gelmişti…
Başını
kaldırıp kapının ardında duran ve duyduğu kelimeleri sindirmek istermişçesine
başını sağa sola sallayan oğlana baktı tekrardan. Oğlan, kolunun tersiyle
yüzündeki kırmızılığı silip şüpheyle kıpırdattı dudaklarını: “Ne?”
İskelete
dönmüş parmaklar ince boynuna gitti ve gömleğinin içinde kalmış kolyeyi yavaş
hareketlerle çıkarttı. Zinciri pencereden uzatırken kurumuş dudaklarını yaladı
ve “Ben…” dedi güçlükle. Yutkundu. “Kabul et beni…”
Sevdiği
kahverengi gözlerin kendisine iğrenerek bakması kalbini paramparça etmeden önce
kaçırdı gözlerini. Bunu yapabilirdi, babası hep anlatmaz mıydı nasıl da güçlü
olduğunu oğlunun? Akad değil miydi babasının kurduğu iki cehennemden de kaçan?
Bulanıklaşan
görüntüyü yok etmek için kırpıştırdı gözlerini. Hatırlamak istemiyordu. Hayır,
bir daha asla hatırlamayacağını söylemişti kendine ve yine de… olmuyordu.
Alçı
duvarların soğukluğunu hala hissedebiliyordu parmak uçlarında. Mide bulandıran
çürümüş et kokusunu ve bedenlerin üstünde koloni kurmuş böcek sürülerini…
Bir
köşeye sokulmuş sessizce ağlıyordu olanları izlerken. Kanlı dizlerini iyice
kendine çekmiş elleriyle yüzünü örtmüştü. Korkuyordu! Babası neden anlamıyordu
bunu? Neden? Neden?
Geniş
odanın ortasında duran cesede saldırmış etlerini koparmaya çalışan üç kişi
çoktan aralarında bir kavga başlatmıştı. Akad çocuk olmasına rağmen biliyordu,
kurtlanan bir et yenmezdi.
Parmaklarının
arasından inceledi yaşlı kadının cesedini. Yenebilecek bir kısım kalmamış her
yerini kurtlar basmıştı. Parmaklarıyla eşeleyip çiğ eti dudaklarına götüren
erkeğe baktı bir süre… sonra da öğürmelerinin arasından yemeye çalışan küçük
kıza. Akad’dan bile küçük gözüküyordu minyon bedeniyle.
O
küçük pencereden babasının görünen yüzüydü en canlı anısı. Ona onaylamayan
bakışlarla bakıyor ve her defasında başını sağa sola sallayarak kapatıyordu
pencereyi. Kalabalığın yanından emekleyerek geçti ve kapıya dayanıp son gücüyle
yumruklamaya başladı babasının onu kurtarması için.
Beyaz
yüzü gözyaşlarıyla ıslanmış vaziyette saatlerce yalvarmıştı açlıktan bayılana
kadar ama babası, hiçbir zaman onu kurtarmaya gelmemişti. O, yalnızdı. Tek
başınaydı bu dünyada. Sadece odada
yaşayan kendisiyle birlikte iki kişi kalınca açmıştı pencereyi tekrardan, tam
da Akad’ın ölümü kabullendiği bir zamanda.
“Akad…”
diye mırıldanmıştı ama Akad gözlerini bile açamıyordu artık.
“Oğlum,
yapabilirsin. Sana olan sevgimi göstermek için bu. Senin güçlü olduğunu ve
başarabileceğini biliyorum. Sana göstermek istedim bunu.”
Göz
kapaklarını nihayet açtığında babası çoktan pencereyi kapatmıştı bile. Zihni
bulanıklaşmış neyin gerçek neyin hayal olduğunu anlayamadan yaklaşmıştı bir
kenarda uyuyan ufak bedene. Kırmızıya dönüşmüş elbisesinde gezinen böceklere
aldırmadan dokundu beline. Küçük kız hala uyuyordu.
Yutkundu.
Ona hayır diyen mantığı açlıkla birlikte kayıplara karışmıştı ve şimdi sadece
bir ses vardı aklında dolanan: yemek!
Bunu
yapmak istemiyordu. Duvardan kopmuş taş parçasını parmakları arasında eklemleri
beyazlaşıncaya kadar sıkarken kendisiyle savaş veriyordu.
Ne
yapıyordu?
Taşı
yavaşça yukarı kaldırdı.
Bunu
gerçekten yapacak mıydı? Hayır!
Gözlerini
kapatıp taşı sertçe indirdi.
Islanan
yüzünü koluna sildi Akad, eski anıları tekrar karanlığa gömmeye çalışırken ve
“Kabul et… sevgimi…” dedi son denemesinde.
Artık
bu hayatı istemiyordu, bu cehennemden çıkmak istiyordu. Yol gösterilmesine
ihtiyacı vardı. Neden diğer herkes gibi olamazdı? Herkesin içinde yanan yaşama
arzusu onda da vardı.
Ona
sonsuzluk gibi gelen birkaç saniyenin sonunda sevdiğinin parmaklarının
parmaklarına temasını hissetmesiyle kaldırdı başını. Oğlan, parmaklarının
arasındaki zinciri alıp boynuna astı ve ucunu avucunda sıkarak gülümsedi:
“Kapıyı açar mısın… sevgilim?”
Şaşkınlıkla
gözlerini kırptı bu kelimeyle. Bu kadar kolay mı anlamıştı neden yaptığını? Ona
olan sevgisini görmüş müydü sonunda?
Ne
yapacağını bilemeyerek oradan oraya yürüdü koridorda, birlikte olabilirler
miydi gerçekten? Normal olabilir miydi?
Dudaklarını
yalayıp alt dudağını ısırdı sertçe. Parmakları kapının yanında asılı
anahtarlığa giderken kan tadını alıyordu. Tıpkı o zamanki gibiydi, aklı hiçbir
şey düşünemiyor sadece bedeni hareket ediyordu ruhsuzca.
Kilit
yüksek sesle açıldığında oğlan kapıyı kendine çekti ve aralarındaki tek engel
de böylece kalkmış oldu. Artık ona dokunabileceği kadar yakındı vücudu. Bir
adım atsa sıcaklığını hissedeceğini ve kokusunu içine çekebileceğini biliyordu
Akad ama cesaret edemedi.
Sevdiğiyse,
kolyesini avucunda sıkıca kavramış hareketsiz duruyordu. Keskin bakışları ve
duruşuyla her an saldırıya uğramayı bekler gibi bir hali vardı. Bedenindeki her
kas zerresi kasılmıştı korkuyla.
Akad
kollarını açtı diğer insanlardan gördüğü gibi yaparak. Sarılmanın ne olduğunu
babasından hiç öğrenememesi ne kadar da acıydı. Daha önce hiç kimseye
sarılamamıştı ama şimdi fırsat önünde duruyordu. Kolların vereceği sıcaklığın
hayaliyle bir adım yaklaştı sevdiğine… ve boynunda bir acı hissetmesiyle
gerilemek zorunda kaldı.
Oğlan,
elinde tuttuğu kolyenin ucunu boynuna batırmış olacakları izliyordu
tedirginlikle. Akad, acıyla inleyip kolye ucunu çıkardı boynundan. Kolların
arasında hissedeceğini düşündüğü sıcaklığı boynundan akan sıvıyla hissediyordu.
Yerin
ayaklarının altında sarsıldığını hissetmesiyle dizlerinin üstüne çöküp elini
kırmızıya boyanmış boynuna bastırdı. Hissettiği acıyı tarif edebilecek
kelimeler yoktu kelime haznesinde. Her şey gibi sözcüklerini de kaybetmişti ve
dahası artık elinde kalan tek şeyi de yitirmek üzereydi: canını.
Oğlan,
atar damara denk gelen darbenin yeterli olacağını düşünerek merdivenlere
yöneldi ve arkasına bir kere bile bakmadan koşmaya başladı. Bu lanet yerden
uzaklaşmalıydı!
Akad,
sevdiği tarafından kandırılmanın acısının fiziksel acılardan daha büyük
olduğunu anladığında kanla kayganlaşan ellerinin ve dengesini sağlayamayan
bacaklarının izin verdiği ölçüde emekliyordu koridorun sonundaki kapıya.
Dizleri
üstünde doğrulup tüm gücüyle ittirdi kapıyı. İçeri dolan soluk ışık, içeride
cirit atan gölgelerin köşelere sinmesine neden olurken yaklaştı azametli
koltuğa. Tıpkı babasının bir zamanlar istediği gibi kırmızıydı koltuğu.
Gücünden hiçbir şey kaybetmemiş görkemli vücuduyla ve özenle giydirilmiş
takımıyla oturuyordu koltuğunda.
Akad
son gücüyle sürünerek babasının ayaklarına kapandı ve ayakkabılarındaki örümcek
ağlarını temizleyip ıslak yüzünü sildi paçalarına.
“Baba,”
diye mırıldandı ama devamını getirecek gücü kendinde bulamadı.
Nasıl
başarıyordu her zaman böyle mükemmel olmayı? Bunca sene geçmesine rağmen
azametinden hiçbir şey kaybetmemiş aksine geçen her yıl ona daha da güç
katmıştı. Akad başını kaldırıp boş göz yuvalarına baktı gülümseyerek ve kanlı
elleriyle düzeltti babasının artık bol gelen takımını. Gözleri yavaş yavaş
kapanmaya başlamıştı.
İç
çekerek elini babasının elinin üstüne koydu ve dokunuşuyla parçalanan kemiklere
aldırmadan kahkaha attı. “Sana göstermek istemiştim…” dedi içinden.
“Senden
daha güçlü olduğumu. Sana bana yaşattığın cehennemi yaşattığımda ve başarısız
olduğunda sana göstermiştim gücümü.”
Ve
şimdi… ondan daha güçlü olan biri tarafından yenilmişti. Her şey boşaydı, tüm
hayalleri… yok olmuştu.
Yüzü
soğuk yerle buluştuğunda son kez baktı manzarasına, gözyaşları akan kanına
karışıyor yerde çizgi şeklinde bir yol yaratıyordu. Burada ölmek istemiyordu…
bu şekilde değil.
Yezdan
Herkes öldürür sevdiğini...
YanıtlaSil