6 SİGARA

6 sigara, hem de her zaman…

Ben kendimi bildim bileli yapardı bunu. Anneme sorduğumda, o da bunu evlendiklerinden beri yaptığını söyledi, neden olduğunu o da benim gibi bilmiyordu. Tek bildiğim her akşam yemeği sonrası hava ne kadar soğuk olursa olsun akşam yemeğinden sonra balkona oturması ve altı adet sigara içmeden eve girmemesiydi. Çocukken de hep merak ederdim neden babamın böyle yaptığını. Zira kendisi sporcuydu, sabahları kalkar koşuya giderdi, hafta üç defa da mahallemizdeki bir spor salonunda spor yapardı. Alkolü, kumarı da yoktu. Sigarayı da asla başka bir zamanda içmezdi, yalnızca gözümde bir tür ritüele dönüşen bu akşam sigaraları vardı. Fakat bunları da keyif için içtiğinden şüpheliydim, zira ne zaman sigara alacak olsa hangisini istediğini soran satıcıya biraz aksi bir tonda “Hangisi işine geliyorsa!” derdi, sanki normalde “Şu olmazsa içemem.” diyen bağımlılardan farklı bir amacı vardı. Bunun nedenini sormamı annem bana küçüklüğümden tembihlemişti, çünkü kendisi bir kere yanlışlıkla sorduğunda babamın öfkeyle titrediğini söylemişti, yalnızca o akşam bir kavganın eşiğine gelmişler, babam meseleyi yatıştırmak için ceketini alıp gitmiş ve bu olay da böyle kapanmıştı.

Bunun dışında geçmişi de çok muğlaktı babamın. Dedem ve babaannemin ölü oldukları haricinde hiçbir bilgilerine sahip değildim. Çocukluğunun nerede geçtiğini hiçbir zaman söylememişti bana ve bu yine kendisinin zihninde çelik kapılar ardında tuttuğu o sırlardan biriydi. Şu an basit bir taksi şoförü olsa da bu işten önce ne yaptığını da bilmiyordum. Bütün bu bilemediğim şeyler ve babamın karakteri ona çocukluğumdan beri tam olarak ısınmamı engelleyen şeylerdi. Onu tabii ki seviyordum ama maalesef aramızda hep bir duvar var gibiydi, içimden bir his ise bu duvarı örenin kendisi olmadığını söylüyordu.

Çocukluk dönemim geçtikten ve nihayet ergenlik dönemine girdikten sonra bu meseleyi pek de önemsememeye başlamıştım zira kafamda kavak yelleri esmeye başlamıştı. Kendimi çocuklukta oynadığım bilgisayar oyunlarındaki çoğu kahramanın işine, yani bir asker olmaya adamıştım ki, zaten de orta okulun son senesinde kendi çabamla hazırlandığım ALS sınavını geçerek mülakat hakkı kazanmıştım Kara Kuvvetleri Askeri Lisesi için.

O günü hatırlıyorum, eve sevinç içerisinde gelmiş ve bağırarak mülakata çağrıldığımı söylemiştim. Annem önce büyük bir hayretle kalakalsa da bu şaşkınlığı üstünden atarak bana beni boğarcasına sarılması için üç saniye yetmişti. Bir yandan da bana benimle gurur duyduğunu söylüyordu.

Sarılmamız bittikten sonra gözlerim babamı aradı, sonra annemin bulaşık yıkadığını fark ettim, bu demekti ki akşam yemeği henüz yenmişti yani babam balkonda sigara ritüelini gerçekleştiriyordu. Terliklerimi giyinerek onun yanına çıktım.

Hava artık gelmekte olan bir yazı haber verircesine ılıktı ve sonunda gün yeterince uzayarak geceyi yenmesini bu saate rağmen hâlâ gökyüzünde bulunan birkaç ışık huzmesiyle ilan ediyordu. Uzakta şehrin her zamanki sesleri geliyordu, dinmek bilmeyen siren sesleri, daha da uzaktan korna sesleri…

Babamsa her zamanki gibi yüzü manzaraya dönük şekilde oturuyordu, geldiğimi fark etmemiş gibiydi. Hızlıca kül tablasına bir göz attım, henüz sadece dört izmarit vardı tablada. “Destur var mı babacığım?” dedim biraz şakacı bir ses tonuyla. Normalde bu şakaya hafifçe gülümserdi ama bu sefer sadece hafifçe kafa sallamakla yetindi. Gözleri uzaklara dalıp gitmişti, sigarası ise içmesinden daha ziyade kendi kendine yanmaktan bitmiş gibi duruyordu elinde. Ben ona bakarken onu yavaşça ağzına götürdü ve derin bir nefes çekti, yavaşça üfürdü. Yavaşça yanına oturdum.

“Eee babacığım, gününüz nasıl geçti?” diyerek sohbeti açmaya çalıştım, ama yine ağzından tek bir kelime çıkmadı, bir kez daha hafifçe kafa sallamakla yetindi. Huzursuzca bekledim yaramadığım sessizliğin önünde. Ardından “Şey, baba, hani bir sınava girmiştim ya ALS sınavına… Ben o sınavı geçtim, beni mülakata çağırıyorlar. Çok yakında şerefli Türk Ordusu’nun bir subayı olacağım.” dedim, her ne kadar saklamaya çalışsam da sesim olayın verdiği gururla bir parça da olsa titremişti. Babam ise bu haberi duyunca yüzünde oluşan ufak bir seğirme dışında herhangi bir tepki vermedi. Beşinci sigarasının izmaritini söndürürken de “Hıh…” dedi, “Şerefliymiş…”

Bu duyduklarım ve babamın hayatım boyunca bu kadar istediğim şeyi elde etmeme bu kadar tepkisiz kalması sinirlerimi bozmuştu. Hışımla ayağa kalkarak “Kusura bakmayın efendim, çok değerli sigara vaktinize zarar vermek istemem, lütfen o zehir yığını yakıp içmeye devam edin!” dedim ve içeri girdim.

Bundan sonra da konuşmalarımız daha da seyrekleşti.

Ve yıllar geçti, ben de bu olayın üstünde pek durmadım. Babam benim için zaten uzun zamandır yakalamaya çalıştığım bir gökkuşağıydı ve artık birdenbire o gökkuşağını asla yakalayamayacağımı fark etmiştim. Yoluma devam ettim.

Mülakata girdim ve mülakattan başarıyla geçtim. Zaten disiplinli bir öğrenciydim, o yüzden askeri okul beni zorlamadı. Hayallerime ulaşmak için çabaladıkça çabaladım. Yüksek notlarla okulu bitirdikten sonra Kara Harp Okulu’na geldi sıra. Bir kez daha elimden geleni ardıma koymadım, zorlu geçen dört yılın ardından Yüzbaşı rütbesiyle mezun olmuştum okuldan, ki bu benim için henüz başlangıçtı. Cesurdum, gençtim, hırslıydım, en zor görevlilerin gönüllüsü, hem de ilk gönüllüsüydüm. Yavaşça yükseldim fakat rütbe olarak değil. Dosta güven, düşmana ise korku saçan o elit adamların arasına girmek için ant içmiştim adeta. Bu arada ben Kara Harp Okulu’nun ikinci sınıfında iken annem de kanserden vefat etmişti, bu da ailemle zaten zayıflamış olan bağlarımı kopma derecesine kadar inceltmişti. Çünkü babam mezuniyetime bile gelmemişti, neden gelmediğimi soran arkadaşıma ise “Onu o şekilde görmek istemiyorum!” demiş ve tek bir kelime daha etmeden eve girmişti. Fakat artık bu bende herhangi bir hüzün veya kızgınlık yaratmıyordu, sadece sıradan ve bana uzak bir olay dinliyormuş gibi hissetmiştim.

Zaman geçti ve nihayetinde Bordo Bereli olmak için yaptığım başvuru kabul edildi, bir hafta sonraki mülakata çağrılmıştım. Bu bende büyük bir heyecana yol açmasına rağmen korkutmamıştı çünkü hazır olduğumu biliyordum. Kendimden emindim ve bu yüzden zorlu mülakat sürecini geçip daha zorlu olan eğitim sürecine kabul edildiğimde şaşırmadım.

Fakat talih bu sıralar geçmişin derinlerine sakladığı sırlar adasını gün yüzüne çıkarmaya başlamıştı.

İlk olay eğitimin başlayacağı gün gerçekleşti.

Eğitim subayımız ateşten geçmiş insanların görüntüsüne sahipti, yüzüne bakınca adeta o kırışıklıkların kaç yılını dağlarda vatanı için geçirdiği sayılabiliyordu. Gözleri sertti ve mütemadiyen bir tehdit çıkabilirmiş gibi etrafı tarıyordu. Listeye hızlıca bir göz gezdirirken bir an için gözleri bir yere takıldı. Sanki gördüğü yanlış bir şey olabilirmiş gibi gözlerini kısarak baktı bir kez daha listeye. Sonra kafasını kaldırarak gür bir sesle “Hakan Doğrusöz?” diye seslendi. Kısa bir şaşkınlıkla bir adım öne çıktım. Komutan bir süre beni inceledikten sonra “Sen…” dedi “Muzaffer’in oğlu olan Hakan mısın?”

Babamın adını yıllar sonra, bir de en beklemediğim yerde duymak beni kısa bir süreliğine de olsa sersemletmişti. Fakat kendimi hızla topladım ve “Evet komutanım.” cevabını verdim. Komutan kafasını salladı ve yerime geçmemi söyledi. Bunun ardından bize kısa bir konuşma yaparak işimizin zorluğunu vurguladı, ardından başarılar diledi. Böylece de eğitimimiz resmen başlamış oldu.

Eğitim normal insanların akıl edemeyeceği zorluklarla doluydu. Tüm haftayı bazen 4-5 saatlik uykuyla geçirmemiz bekleniyordu. Pek çok ders alıyorduk; Balıkadam, dağcılık, kayak, yakın mesafe dövüş, bomba imha, casusluk ve karşı-casusluk, diplomasi… Neredeyse her hafta beş veya altı adet arkadaşımız eğitimi devam ettiremediği için aramızdan ayrılıyordu, biz ise inatla devam ediyorduk. Yaklaşık 150 kişi olarak başlayan eğitim sınıfından eğitimin sonlarına doğru yalnızca bir düzine adam kalmıştı geriye.

Artık herkesin adeta bir karabasanmış gibi söylediği Cehennem Ayı’na gelmiştik. Eğitimimizin son aşaması olan bu ayda sorgu teknikleri ve bu tekniklere direnme yolları gibi şeyleri öğrenecektik.

Bu sırada ise talih bana o sırrın ikinci kısmını açmayı layık gördü.

Sözlü taciz kısmındaydım. Karşımda ise çapraz sorgu konusunda uzman kimseler oturuyordu. Hedef, özneyi soru yağmuruna ve biraz da sözlü tacize maruz bırakarak onu şaşırtmak, öfkelendirmek, dengesini bozmaktı. Eğer özetlersem böyle bir sorguya direnmek için ya iradeniz ya da eğitiminiz olmalıydı.

Sınavımın iyi başladı ve çok güzel bir şekilde devam etti, yaklaşık bir saat sonra karşımda oturan uzmanlardan neredeyse hepsi benim görev için hazır olduğumu düşünüyor gibi görünüyorlardı. Fakat en solda oturan ve o ana kadar hiç konuşmamış olan bir uzman vardı ki iç güdülerim asıl kozu onun tuttuğunu söylüyordu.

En sonunda boğazını gürültülü bir şekilde temizleyerek ayağa kalktı ve bana doğru birkaç adım attı. Elinde ince bir dosya tutuyor gibi görünüyordu:

   -   Yüzbaşı Selim Doğrusöz, yanılmıyorum değil mi?
   -   Hayır, yanılmıyorsunuz.
   -   Peki o halde, öncelikle sizi şu ana kadar başarılı geçen mülakatınız için tebrik etmek istiyorum, ki buna burada yer alan hiçbir arkadaşımın itiraz edeceğini zannetmem.
   -   Teşekkür ederim.
   -   Ve izin verirseniz şunu da söylemek isterim, eminim babanız sizinle gurur duyuyordur.

İşte bu tek cümle beni gerçekten çok hazırlıksız yakalamıştı, babamın muhabbetinin burada açılmasını beklemiyordum fakat kendime mukayyet olmayı başardım:

   -   Maalesef neden bahsettiğinizi bilmiyorum.
   -   Siz Selim Doğrusöz değil misiniz?
   -   Az önce o olduğumu doğrulamıştım.
   -   O halde babanız da Muzaffer Doğrusöz değil mi?
   -   Evet öyle.
   -   Hani yıllar önce sizin şu an oturduğunuz sandalyede oturan, ardından buradan başarılı bir şekilde çıktıktan sonra yıllar boyu bu ülke için sayısız kez ateşe atılan, bir bakıma birlik efsanesi haline gelmiş Muzaffer Doğrusöz.

Maalesef hayatta bazı şeylerin en uygunsuz zamanlarda ortaya çıkmak gibi bir huyu vardı ve inanın bana bu gerçek de olabilecek en kötü zamanı seçmişti. Kendime hâkim olamaya çalıştıysam da maalesef başarılı olamadım:

   -   Ne dediniz?
   -   Hayret, size anlatmadı mı yoksa? Bu çok ilginç, neden bir baba böyle şerefli bir geçmişi oğlundan saklasın ki? Yoksa, bu şerefli geçmişte utandığı bir leke olduğu için mi?

Burada durdu ve dosyadan bir adet kâğıt çıkartarak önümdeki masaya koydu. Kâğıt basit bir operasyon raporuydu, Kaktüs Operasyonu’na aitti. İlk satırlar operasyonun kendisini zaruri kılan durumlardan, izinlerden ve protokollerden bahsediyordu. Raporun orta kısımlarında operasyonun gelişme kısmı yer alıyordu, burayı hızla geçerek son kısma yani zayiat kısmına doğru baktım. Ekibin zayiatı yoktu ve düşman da çok kayıp vermişti ama başarılı bir operasyonda olmaması gereken o kısım hemen dikkatimi çekti.

Sivil Zayiatlar :1

Önümdeki uzman kâğıdı okuduğumdan emin olduktan sonra dosyadan ikinci bir kâğıt daha çıkardı. Daha sayfanın başına bakar bakmaz babamın dosyasından bir parça olduğunu anlamıştım. Aslına bakacak olursanız çok temizdi ve sadece bir ceza almıştı, bu da önemli bir ceza değildi, basit bir kınamaydı sadece. Fakat cezanın tarihi ve sebebi neredeyse tüm dünyamı alt üst edip beni hayallerime giden emin yolumdan saptıran şeydi.

Cezanın tarihi operasyondan bir gün sonrasına aitti ve sebebi ise… Sebebi ise…
   
   -   İlginç değil mi? Bu kadar onurlu bir adam neden operasyon sırasında bir sivilin ölümüne neden olsun? Ya da nasıl böyle bir adam kendisine bu suç karşılığında böyle küçük bir ceza verilmesini kabul eder? Yoksa aslında onurlu olmayan bir adam mı?

İçimde öfkeyle dolu kazanlar kaynıyordu ama yılların ateşinden geçmiş zihnim önce babamla zaten bozuk olan ilişkimizi hatırlatarak bu kazanların altını kısmayı başardı. Bu fırsattan istifade mantığım devreye girerek bana çoğu arkadaşımdan daha az tanıdığım bu adamı neden umursadığımı sordu ve en sonunda egom bana onun hayallerimi mahvetmesine izin vermemem gerektiğini söyledi. Yavaşça kafamı kaldırdım.

   -   Dediğiniz hoş bir durum değil gerçekten. Fakat babamın ne yaptığı değil eskiden nasıl iyi bir asker olduğu umurumda yalnızca. Ben buraya ne birisinin gölgesi altına saklanmak ne de birisinin alnındaki lekeyi silmek için geldim. Bu noktada (Babamın kâğıtta yazılı rütbesine baktım) benim Teğmen Muzaffer Doğrusöz ile ortak tek yanım soyadımdır ve onu izleme zorunluluğu içinde olduğum tek faktör vatana hizmetteki sınırsızlıktır. Ne işlediği suçlar beni alakadar eder, ne de benim buradaki konumum onu alakadar eder. Ben buraya en iyilerin en iyisi olmak için geldim. Bu konuda başka söyleyecek sözüm yok.

Adam cevabımı duyunca hafifçe doğruldu ve kafasını salladı. Uzmanlar odadan çıktıktan beş dakika sonra eğitim subayımız içeri gelerek elimi sıktı. Eğitimi başarıyla tamamlamıştım.

Hızlı bir şekilde görev yerim ve görevim belli oldu.

Babamla uzun süre boyunca yaptığım son görüşme evdeki eşyalarımı almaya geldiğim sırada oldu. İki küçük valizimi ve bir sırt çantamı toplayıp kapının önüne getirirken tek bir söz etmeden beni izliyordu. Ayakkabılarımı giyindim ve kapıyı açtım.

Fakat son anda içimde bir istek belirdi, valizlerimi bırakarak topuklarım üstünde arkamı döndüm. Karşısında hazır ol pozisyonuna geçerek “Emredin Teğmenim” dedim soğuk bir ifadeyle. Babamın yüzü büyük bir seğirme geçirdi. Durdu ve çatlak bir sesle “Biliyorsun demek…” dedi. Valizlerimi yerden alırken “Evet ve umurumda bile değil. Bak, güneş batıyor, sigara vaktin gelmiş, ben senin değerli vaktini daha fazla çalmayayım.” Dedim ve dışarı adım attım. İlk defa arkamdan seslendi: “Oğlum… Bildiğin gibi değil. Lütfen…” dedi. Hafif bir şaşkınlıkla babamın bana nadiren seslendiği şekilde oğlum dediğini fark ettim, ama beni daha da şaşırtan şey sesindeki boğukluktu. O yıllardır tanıdığım adam sanki ağlıyordu.

Ama bütün bunlar için çok geçti. Sesine ve çağrılarına aldırmadan merdivenlerden indim ve sokakta yürümeye devam ettim. Sokağın sonuna geldiğimde evimize son bir defa daha baktım. İşte, oradaydı yine o altı sigarayla beraber.

Yoluma devam ettim.

Bundan sonraki yedi yılım çok yoğun bir şekilde geçti. Kimi zaman dağlardaydık, kimi zaman önemli devlet adamlarına korumalık yapıyorduk. Çoğu görevimiz o kadar gizliydi ki devlet kolayca reddedebilsin diye operasyonlarımız kayda bile alınmıyordu. Ölümün çemberinden pek çok defa geçtim. Fakat atasözündeki çekirge misali en nihayetinde bir operasyonumuz sırasında yaralandım ve hastaneye kaldırıldım. Hastanedeki oda arkadaşım ise eğitim subayımızdı.

Kader en acımasız ve en önemli gerçeği en sona saklamıştı.

Hastaneye kaldıralı üç gün olmuştu mermi yaralarıyla ve şarapnel parçalarıyla yaralanmış kolum ve bacağım hâlâ ağrılar içindeydi. Yine de ilk kaldırıldığıma kıyasla daha iyi durumdaydım. Yatmaktan da sıkıldığım için yatağımda yavaşça doğruldum ve etrafa bakındım. Tam bu sırada eğitim subayımızın da bana baktığını fark ettim. Elimden geldiğince selam durarak “Komutanım.” dedim. Hüzünle gülümseyerek “Rahat ol Binbaşı. Burası bir hastane, bir kışla değil.” karşılığını verdi. Ben de hafifçe gülümseyerek “Üzgünüm efendim ama hiyerarşiyi kırmak benim için oldukça zor.” dedim. Başını eğdi, “Bana babanı hatırlatıyorsun. Muzaffer’i çok özlüyorum.” dedi. Hazır fırsat doğmuşken aklımda uzun süredir uykuya yatmış olan o soruyu sormak istedim “Babamı nereden tanıyorsunuz?”

Sorum üzerine bir iç çekti, “Baban ve ben bundan yaklaşık yirmi yıl önce hükümetin en iyi bordo berelileri toplayarak kurduğu Tungsten timinin üyeleriydik. Zor zamanlardı, düşman her yerdeydi, halk ne yapacağını, nasıl korunacağını bilmiyordu. Her gün en az üç-dört tane şehit veriyorduk. İnsanların devlete güveni hızla düşüyordu.

İşte böyle bir zamanda kurulan Tungsten timinin yetkileri çok fazlaydı, hatta bazen demokratik devlet temellerini ihlal edecek kadar. Bize…bazı kilit adamlara ulaşmak için ailelerini tehdit etme, komplo kurma ve sivillerin hayatını tehlikeye atma tarzında bir askere yakışmayan yetkiler verilmişti.

İlk başta hiçbirimiz bunu o kadar önemsemedi, her şey devletin bekası içindi ve bizim gözümüzde devlet vatandaşının güvenliğini boşu boşuna tehlikeye atmazdı. Ta ki…”

“Ta ki Kaktüs Harekatı’na kadar.”

“Evet. Aslında basit bir işti, defalarca kez yapmıştık. Bir tuzak kurmuştuk, örgüt lideri yemi yutunca kapanı kapatacaktık. O sırada ben çatıdaydım, dürbünlü tüfekle etrafı kolaçan ediyordum. Baban ise caddedeydi, adamı yakalayacak tim onlarınkiydi. Her şey tıkırında gidiyordu ama nedense durduk yere bir sivil ateş hattına yaklaşmaya başladı. Komutan yanımdaydı, babana sivili çekmesi için emir verdi. Baban adama el hareketiyle çekilmesini söyledi fakat adam onu ya anlamadı ya dinlemedi. İş sözlü tartışmaya dönüştü, adamın gelmesine yalnızca yedi dakika vardı. Komutan babana adamı vurmasını emretti, baban ise yapamayacağını söyledi. Komutan ise o sırada hayatımda gördüğüm en alçakça yalanı söyledi babana “Muzaffer, az önce teyit ettik adam örgüt elebaşının ajanı ve elindeki kutu bomba yüklü. Şimdi indir onu.”

Halbuki son on dakikada hiçbir istihbarat raporu gelmemişti ve adam 95% ihtimalle masumdu. Ama babanı uyaracak kadar hızlı veya cesur değildim. Emir verildikten altı saniye sonra adam yerde ölü yatıyordu. Baban hemen cesedi sokaktan çekmek için harekete geçti, onu beklediğimiz av gelmeden göz önünden kaldırdı.

Operasyon başarılı şekilde bitti.

Kutlama yapıyorduk, gece ilerlemişti. Baban ise kutlamanın ortasında kısa süreliğine gözden kaybolmuştu, geri geldiğinde ise komutana bağırıyordu “Bana kutuda bomba olduğunu söylemiştin!”

Tüm neşeli sesler bir anda sustu.

Komutan babanı kendi odasına götürdü, bize de devam etmemizi söyledi ama bu manzaradan sonra kimse devam edecek durumda değildi. Bazılarımız yavaşça komutanın odasına yaklaşarak içeriyi dinlemeye çalıştık ama başarılı olamadık. Yaklaşık altı dakika sonra baban resmeden öfkeden ve pişmanlıktan yıkılmış bir şekilde açtı kapıyı, tek kelime etmeden ise yemekhaneden ayrıldı ve yatmaya gitti.

Bir sonraki gün ise babanın siciline bir operasyonda kasıtlı bir şekilde sivil öldürdüğü işlendi. Kendisi de zaten bu olaydan birkaç hafta sonra ordudan ayrıldı, bildiğim kadarıyla da kendini asla affetmedi.”

Komutan hikayesini bitirdikten sonra kafasını yere eğdi ve sustu. Yanaklarında gözyaşlarının oluşturduğu ıslaklığın hafifçe parladığını görebiliyordum. Onu yadırgamadım çünkü muhtemelen ben de aynı şekildeydim.

Onunla son bir defa daha görüşmek zorundaydım, bu yüzden hastaneye ev istirahati için başvurdum. Durumumun yeterince iyi olduğuna karar verince doktorlar, elimden geldiği kadar hızlı bir şekilde evin yolunu tuttum, bir saat içerisinde memleketime giden otobüsteydim.

Üç güren süren yolculuğum boyunca babama ne diyeceğimi düşünüp durdum sadece. Acaba ellerine kapansam, ondan af dilesem yeter miydi, yıllar önce yaptığı bir hatanın kalbinde ördüğü duvarları yıkabilir miydim? Görecektim.

Evimin olduğu sokağa yaklaştığımda artık yavaş yavaş güneş batıyordu. Köşeyi döndüm ve evimiz görüş alanıma girdiğinde hemen balkona baktım umutla. Fakat bakmamla içimi büyük bir korku kapladı.

Babam orada değildi.

Bacaklarıma adrenalin sayesinde dolan enerjiyle koştum hemen eve kadar ve kapıyı çaldım. Bir an için kimse açmadı kapıyı. Umutsuz bir şekilde tekrar çaldım. Bu sefer kapının arkasından ayak sesleri duyuldu ve kapıyı karşı komşumuz Hatice Teyze açtı. Beni görünce önce bir şaşırdı, sonra “Oo Selim, hoş geldin kuzum, buyur içeri gel.” diyerek beni içeri buyur etti. Biraz şaşkınlıkla içeri girdim.

Ev aynı bıraktığım gibi duruyordu, sadece içeride daha durgun bir hava vardı, sanki ev ben gittiğimden beri ölüydü. Ben etrafı incelerken Hatice Teyze de arkamdan konuşuyordu “Keşke geleceğini söyleseydin, bir şeyler hazırlardım. Ama çorba var açsan, ısıtayım mı?”

“Hatice Teyze, babam nerede?”

Hatice Teyze bu soruyu duyunca duraksadı, ardından başını yere eğerek “Baban hasta yatıyor içeride oğlum. Sen gittikten birkaç ay sonra hastalandı, akciğer kanseri teşhisi koydu doktorlar ona. Aslında… İyi ki geldin. Çok ömrü kalmadı artık.”

Hatice Teyze’nin söylediği her söz bir kılıç gibi kalbime saplanıyordu. Kalbim güm güm atarken yavaşça odasına girdim.

İşte oradaydı, çocukluğumda gizemli, gençliğimde umursamaz ve aksi, nihayetinde ise gözümde adeta adam kelimesinin karşılığı olan babam orada yatıyordu. Benim geldiğimi duyunca yavaşça gözlerini açtı, beni görünce yutkundu ve artık iyice çatlamış bir sesle sordu: “Selim…Sen mi geldin oğlum?”

Gözyaşlarım gözlerime hızla dolarken gülümsemeye çalıştım “Evet efendim, ben geldim.” Bu esprim karşısında kafasını salladı, “Burada olmanın tek sebebi olabilir. Öğrendin değil mi?” Hafifçe başımı salladım. Babam bunu gördükten sonra gözlerini tavana doğru çevirdi, “Allah’ım, sana şükürler olsun.” Bu sırada yanağından bir damla yaş süzüldü.

Bir an için mutlu olduysam da babamın göğsünün hareket etmediğini fark edince vücudumdaki tüm hücrelerim aynı anda ileri atıldı adeta. Bir yandan ambulans için yardım istiyordum, bir yandan da babamı tutuyor, sarsıyor ve ona sesleniyordum.

Tüm çabalarım nafileydi. Hastaneye kaldırmayı başardığımızda çoktan ölmüştü.

Tüm dünyam başıma yıkılmış gibi oturuyordum hastane koridorunda. Doktorun bana dediği son sözler kafamda çınlıyordu: “Aslında sigara içmeyi bıraksa yaşardı ama… Bıraktıramadık.”

Bundan sonraki birkaç gün babamın cenaze işleriyle ve taziyeye gelen komşu ve dostlarla uğraşmak zorunda kalmıştım. Nihayet evde yalnız başıma kaldığımda babamın ölümünün üstünden dört gün geçmişti. Uzun bir süre kapıya sırtımı verip sessizce gözyaşı döktüm. Ardından odasına doğru ilerledim, ömrünün son demlerini geçirdiği yatağının başında durdum bir süre. Neden sonra çekmesini açmak geldi içimden, son bir mektup veya belki de bir vasiyet için. Onun bana son bir defa daha seslenmiş olmasını o kadar istiyordum ki.

Fakat çekmecesi tek bir tahta kutu hariç boştu.

Kutuyu elime aldım. İlk dikkatimi çeken şey ise kutunun altına yazılmış olan tarihti. Hemen tanıdım o tarihi, Kaktüs Operasyonu’nun tarihiydi bu. Elimde ne tuttuğumu idrak etmem birkaç saniyemi aldı.

Bu o adamın ölürken elinde tuttuğu kutuydu. Yavaşça kapağını araladım ve içine baktım. Ne gördüğümü idrak ettikten sonra büyük acılar çekmiş ve sonunda onların anlamını anlamış birinin vakarıyla kutunun kapağını kapattım ve yavaşça evimizin balkonuna çıktım.

Vakit akşama yaklaşıyordu.

Yavaşça babamın oturduğu yere baktım. Sandalye hâlâ sağlam bir şekilde duruyordu yerinde. Yanındaysa babamın kim bilir ne zaman aldığı sigara paketi duruyordu. Yavaşça pakete uzandım ve bir sigara çöpü çıkardım. Ardından hayatımda ilk kez çakmağı sigara yakmak için çaktım. Zararlı olduğunu biliyordum fakat başka çarem yoktu. Bu rahatlamak için yaptığım bir şey değildi, tam tersi babamın en başından güttüğü amacı, yani kendine zarar verme, cezalandırma amacını güdüyordum. Çünkü ben bir suçluydum, kendisine verilen haince bir emir yüzünden hayatını pişmanlıkla geçiren babama bir tekme de ben vurduğum için… Tıpkı onun, o emir yüzünden tek suçu kutunun içerisindeki sigara paketinde altı adet sigara taşımakta olan o masum adamı vurması gibi…

5/11/19

-Master Riziul

Yorumlar

Yorum Gönder

Popüler Yayınlar